Gösterilen sonuçlar: 1 ile 3 ve 3

Konu: Horasan'dan Anadolu'ya bir 'YOL' hikayesi

  1. #1
    bozok
    Guest

    Horasan'dan Anadolu'ya bir 'YOL' hikayesi

    Horasan'dan Anadolu'ya bir 'YOL' hikayesi: 1



    Tarihle bir bütün olarak yüzleşmeli
    Asırlar içinden cımbızlanan anlara dayanarak “suçlar ve acılar” tarihi yazmadan önce, geçmişten günümüze taşıdığımız gelenek, görenek ve inanç izlerini takip edip, özümüze dönmeyi denesek nasıl olur?

    Aleviler’in toplu ibadet biçimi olan “Cem” törenleri ve semah gösterileri milli kültür sembollerini yaşatıyor.

    Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat-it Türk’te, günümüzde “il gider töre kalır” biçiminde söylenen bir nasihatte bulunur:

    ülke terk edilir, ama töre terk edilmez!

    11. yüzyılın henüz başlarında Kaşgar’da dünyaya gelen ve Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar Tüklerin yaşadığı geniş coğrafyayı “il” , “il” , dolaşan Kaşgarlı Mahmud’un tespitinin altını dolduran sosyolojik ve psikolojik olguların göçler, savaşlar, çatışma, ayaklanma ve kıyımlarla oluştuğu dikkate alınmalı. Alınmalı ki bu nasihatin, “vatan”ın “kolay terk edilebilir” olduğuna değil, “milletin” gittiği yeri vatan yapabilme kabiliyetine işaret ettiği anlaşılabilsin.

    Kültürün sürekliliği
    Nevruz’da neden ateş üzerinden atladığımızı hiç düşündünüz mü?
    Yakıcı alevlere doğru koşmaktan daha eğlenceli bir kutlama yöntemi bilmediğimiz için mi?

    Mahalle arasında yakılan ateşten atlamak için beklerken, bunun Göktürkler’in ateşle “kötü ruhları kovmak” geleneğinin bir devamı olabileceğini düşünmediniz kuşkusuz...

    Lohusaların aile büyükleri tarafından adeta bir koruma kalkanı içine alınması, “kırk çıkarma” gibi adetleri yaşatanlardan kaçı, bunu Türk mitolojisinden “esinlenerek” yaptığını ve hepsinin kaynağının “Umay” adlı bir “tanrıça” veya “dişi ruh” olduğunun bilincindedir?

    Toplumun, dini bütünüyle yaşadığını iddia eden kesimlerine mensup olanların bile ağaç dallarının şehirli versiyonu olan demir parmaklıklara bez bağlamasına, mumlar yakmasına ne demeli!..
    Ya mezar ziyaretlerimiz?.. Mezarlarımız, camilerimizi örten “kubbe” ler, minarelerimizin “göğü deler” hali...

    Bütün bunlar, Türkler’in tam on asır önce kulaklarına küpe edilen o nasihatin gereğini yaparak yaşayageldiğinin küçük göstergeleri değil mi zaten?

    Türklerin tarihe kaydedilmeye başlandığı ilk anlardan; açılan kurganlardan, bıraktığımız balballardan, inşa ettiğimiz yapıların kalıntılarından, buzullarla kaplanmış coğrafyalarda hiç hasar görmeden binlerce yıl sonraya ulaşmış halılardan, giysilerden; ne çok üslup, biçim, renk ve duygu taşımışız bugüne.

    üoğu kez böyle olduğunun kendimiz bile farkında değiliz. Ama yüzleştikçe anlıyoruz “biz” hala “biziz” aslında.

    Kendisini bir atın üstünde rüzgara karşı koşarken hayal edebilen; ona biçilen “yok gibi” olma rolünü bir türlü beceremeyen her Türk kızı Almıla işte; Börte, Gökçen... Ve egemenliğinin elinden alınmasına gelemeyen her erkek Boğaç, Arslan, Gökbörü...
    Geçtiğimiz yollarda bıraktıklarımızla/eklediklerimizle sahip olduğumuz birikimi, öğrettikleri gibi değil bildiğimiz gibi yaşıyoruz şimdi Anadolu’da...

    Halkı ulus yapan değerler
    üetin Yetkin, İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri adlı çalışmasında, tarih boyunca Türklerin, kendi elleriyle kurdukları devletlerde ikinci, üçüncü sınıf vatandaş olarak hor görülüşlerini anlattıktan sonra “Ne ilginçtir ve ilginç olduğu ölçüde de aydınlatıcıdır ki, bir halkı ulus yapan öğelerin belki de en başında gelen dili; Türkçe’yi yaşatarak bugünlere getirenler de o (horlanan) Türkmenlerdir” diyor.

    Emeviler’in Türk kıyımından ötürü üç asır boyunca “direndikleri” İslam’ı, Horasan’da sufi dervişlerden dinledikleri “mistik” yorumu temel alarak yaşamaya başlayan bu Türkmenler’in en belirgin özelliği eski inançlarını bütünüyle terk etmemeleri, sosyal yaşantılarıyla uyumlu Türkçe bir inanç sistemi inşa etmeleri ve Anadolu’ya “naif” bir kültür taşıyabilmiş olmalarıydı.

    Hz. Ali yandaşlarının Arap saltanatçılığına karşı mücadelesiyle, Anadolu’ya gelen Türkmenler’in Arap-Fars sömürgeciliğine karşı direnişi arasında bir kader birliği oluşması kaçınılmazdı.
    Tarihin bir devri alem olduğunu varsayarsak;

    Bugün kendi elleriyle kurdukları devlette, horlanan, baskı ve zulme uğrayanların bir kere daha “ulus olma değerleri”nin taşıyıcısı durumundaki Türkmenler olması tesadüf olabilir mi?

    İzaha muhtaç açılım
    Alevi açılımı, “Aleviler dinsizdir” diyen bir ideolojinin içinden gelen, daha üç yıl önce “Ben niye Aleviler’in başbakanı olayım ki” dediği iddia edilen, Aleviliği tanımlayamayan bir Diyanet sistemi oluşturan zihniyet tarafından gündeme getirilmiş olması kadar bu yönüyle de izaha muhtaç.

    Açılım çerçevesinde yapılan ve önümüzdeki günlerde tek tek ele alacağımız yorumlar, iktidarın Alevi’leri “üstesinden gelinmesi gereken bir sorun” olarak ele aldığının mı, yoksa onları “sorun”a dönüştürüp “devletin üstesinden gelmeye” hazırlandığının mı göstergesi?

    Aleviliğin tarihsel süreciyle eş zamanlı olarak üzerinde duracağımız diğer boyut işte bu tartışma olacak.

    İktidara yakın veya destek yayın organlarının son yıllarda yoğun biçimde “yeni devlet inşaası” propagandası yaptığı gözönünde bulundurulursa, kaygılarımızın “paranoya” dan daha fazlasına denk geldiği anlaşılacak sanıyorum.


    Sistemli kışkırtıcılık yapıyorlar
    Hz. Ali’den yana olmayı süreç içinde maruz kaldıkları “ötekileştirme”ye karşı bir siyasi/ ideolojik tavra dönüştüren Aleviler, Türkmen göçleriyle yerleştikleri Anadolu’da, başlarına geçenlerin kanlarındaki “cevheri asli” den ne zaman şüpheye düştülerse toplumsal muhalefetin öncüsü oldular. Bunun bedelini de en ağır biçimiyle ödediler. Değişen iktidarların, değişmeyen ’gayrı Türk’ politikaları Alevilerin kabuklarına çekilmesine, gizlenmesine, içe dönük yaşamalarına neden oldu.

    Cumhuriyetin ilanıyla kırılan o kabuğun altından çıkan “naif” kitle, kısa zamanda kimilerince “oy deposu” , kimilerince “bölücü terörize güç” haline getirilmek üzere kuşatıldı. Bu uğurda provokatif saldırılarla kanları döküldü, kimlikleri törpülendi.
    Yine, siyasi iktidarın belirlediği “İslami çizgi”nin dışına atıldılar. Yine “yeni dinsel hassasiyetler” yaratmak istemeyen “din adamları”nca sansürlendiler.

    Ve Aleviler bilendiler;

    Ama “devlet”e değil işlenen insanlık suçlarının faillerine, o faillerin meçhul kalmasına göz yuman iktidarlara...

    Zor oyunu bozdu;

    “Yeni Osmanlı”lar “karşı düşünce”yle uzlaşma yoluna gitmeyi deniyorlar bu kez. Onları sahipsiz bırakıp, sahiplenilecek hale düşürmeye çalışıyorlar. Devlet ile aralarındaki ilişkiyi “cellat-kurban” kalıbına sokmak için oya gibi işliyorlar zihinlerini. şöyle bir “paçayı kurtarma ittikafı”na yönlendiriyorlar hanidir:
    “Muhafazakarlar, Kürtler, solcular...”

    Kapanmamış yaralarına tuz basarak tahrik etmeye çalışıyorlar:
    “Hala Alevi örgütlerinden önemli bir bölümü Ergenekon örgütüne karşı suskun...”

    Yine mi bozamadık genetik kodlarını; teşhis hazır:
    Stockholm Sendromu!

    Rehin alındıkları, eziyet gördükleri, baskı altında tutuldukları yere karşı sempati, aşk hatta bağlılık duyan bir garip kitle... Hadi o zaman yatırın ameliyat masasına...

    Bu ameliyatın “kanlı mı-kansız mı” veya daha az ürkütücü haliyle “narkoz verilerek mi, yoksa acıtarak mı” yapılacağını merakla bekleyenler var.

    Alevi-Bektaşiler, önceki Türk devletleri gibi Cumhuriyet Türkiyesinin de ana damarı olduğuna göre, onlara kurulan bu kirli tezgahın bir kesim için hedefine ulaşmaması, diğer kesim için ise ulaşması hayati önem taşıyor.

    Bunun idrakinde olmak için ilk yapılması gereken şey “bilmek”, bilmiyorsak “öğrenmek”.

    Allah ile kul arasına, devlet ile millet arasına giren korsan “elçi”lerin yarattığı bilgi kirliliğinden “arınmak”.

    İşte bu diziyle bunu yapmaya çalışacağız. Hem Alevilik kavramını ve inanç sistemini, hem de kronolojik gelişimini inceleyeceğiz.
    Yani aslında tam da bizden bekleneni yapıp, tarihimizle yüzleşeceğiz:

    Vesile olan Aleviler olduğu için Tanrı Dağı’ndan değil Hira’dan başlayacağız meseleyi ele almaya...

    Ama zaten o yolun bizi Tanrı Dağı’ndan gelenlerle buluşturması uzun sürmeyecek...

    Bundan önceki çalışmalarımızda olduğu gibi, bu incelemede de sayfalarımız selcantasci@gmail.com adresi aracılığıyla bize ileteceğiniz her türlü katkıya açık olacak.



    Yarın: Aleviliğin doğuşu ve sosyo-kültürel ortam




    26/11/2009 / YENİüAğ GZT.

  2. #2
    bozok
    Guest

    Cevap: Horasan'dan Anadolu'ya bir 'YOL' hikayesi

    Horasan'dan Anadolu'ya bir 'YOL' hikayesi: 2



    Kabilecilik toplumsal muhalefet doğurdu
    Hz. Ali taraftarlığını tanımlayan Aleviliğin Arabistan dışında da yayılıp benimsenmesi, dini siyasal bir baskı aracına dönüştüren Emevi iktidarına karşı yürüttüğü toplumsal muhalefet sayesinde oldu

    Irak’ın Necef kentinde bulunan Hz. Ali türbesi uzun dönem İslamiyeti benimseyen Türkler tarafından korundu.

    İslamiyet’in içinde bir “yan tutma” , “taraf olma” hali olan Aleviliğin ortaya çıkışını anlayabilmek için önce İslamiyet’in indirildiği coğrafyaya ve oranın sosyo-ekonomik hatta kültürel yapısına göz atmak gerekiyor.

    Günümüzde bazı kişi ve grupların Müslümanlık derecesinin “yüksekliğini” belirtmek için sıkça inancını özdeşleştirdiği Hira Dağı’nın, yani Kur’an-ı Kerim’in ilk vahyinin indiği kutsal mekanın bulunduğu, İslam dinini tebliğ etmesi için “Allah’ın elçisi” olmakla görevlendirilen Hz. Muhammed’in yaşadığı Arabistan’ın, son peygamber ve son dini “Cahiliye” anlayışıyla karşıladığı biliniyor.

    Hristiyanlığın başlangıcından İslamiyet’e kadar süren Cahiliye Devri’nin karakteristiği adından da anlaşılacağı gibi “bilgisizliktir”tir. Bu ifade bir topluma mal edilmeye çalışılan aşağılayıcı sıfat değil, Arabistan’ın coğrafi konumundan kaynaklanan ve devrin koşullarında “doğal” karşılanması gereken sonucun tanımıdır. İnsanlığın gelişiminden uzakta kalmak, gerikalmışlık, dış dünya ile ilişki kuramamanın getirisidir.


    Sınıf çatışması
    Bütün sosyal, kültürel ve ticari ilişkilerini kendi içinde sürdüren Arabistan’daki en belirgin vak’a kabileciliktir.

    şemsettin Günaltay, Belleten’de yayımlanan, “Selçukluların Horasan’a İndikleri Zaman İslam Dünyasının Siyasal, Sosyal, Ekonomik ve Dini Durumu”nu anlatan makalesinde kabilelerin meşru geçim yöntemlerinden birinin “gazve” olduğunu aktarır ki “gazve” soygun, talan ve gaspı da kapsayan savaşlara verilen addır.

    Bu sert ve sınır tanımaz rekabetin tarafları Güney Arabistan’daki Haşimiler ile Kuzey Arabistan’da bulunan Emeviler arasındaki çekişme, hem İslamiyet’in yayılması, hem Müslümanlar arasındaki ilk ayrılıkların ortaya çıkması, hem de konumuz olan Aleviliğin felsefi oluşumunu etkileyecektir.

    Zengin Emeviler’in daha zayıf durumdaki Haşimiler’e mensup Hz. Muhammed’in peygamberliğini benimsememeleri ve tebliğ ettiği dine karşı kanlı bir mücadeleye girişmelerini yorumlayan kimi araştırmacılar, meseleyi “zengin-fakir mücadelesi” veya “sınıf çatışması” boyutuyla incelemek gerektiğini savunur.

    Emeviler’in İslamiyet’i ancak bütün Arabistan’a yayılmış bir “güce” dönüştükten sonra kabul etmelerine bakılırsa, bu tahlilde haklılık payı olduğu görülür.

    Rıza Zelyut’un “üz Kaynaklarına Göre Alevilik” adlı çalışmasında kullandığı ifade ile “İslamiyet’in Arabistan’a egemen olup kurumlarını oluşturmasıyla birlikte, bu kurumlarının yönetimini ele geçirebilmek için ekonomik kesimler arasında mücadele başladı. Arap egemen kesimi, Müslüman olduktan sonra, yeni devletin yönetimini ele geçirme savaşımına başladı.”

    Hz. Muhammed önderliğindeki Müslümanlar’ın karşısında giderek güç kaybeden Ebu Süfyan ve oğulları, Medine’nin alınmasıyla birlikte İslamiyet’e geçtiklerini bildirmelerine karşın iki kabile arasındaki üstünlük mücadelesinin sona ermemesi bu kabulün “iman etmek” olarak algılanamayacağını en başından gösterir. Kaldı ki zaman içinde Emeviler’in siyasi egemenliği ele geçirmeleriyle birlikte, sadece İslamiyet değil kanlı çatışmalar da Arabistan sınırlarını aşar, Horasan’a kadar yayılır.

    Müslümanlar arasında ayrılık
    Yakın zaman öncesine kadar İslam’daki ilk ayrılıklar sadece kabile taraftarlığı çerçevesi altında ele alınırken, yakın zamanda kimi araştırmacılar kabile taraftarlığını belirleyen unsurlar üzerinde de durmak gerektiğine dikkat çekti ve İslamiyet’in yayıldığı alanlardaki “sınıf çatışması”nı gündeme getirdiler.

    Alevilik, özellikle de kültürel direnişlerle sembolleşen Türk Aleviliği, birbirinden bağımsız olmayan ama birbirini tamamlayan bu iki zemin üzerinde şekillendi.

    Hem kronolojik karışıklık yaratmamak, hem de geleneksel bakışı hatırlatmak için “Müslümanlar arasındaki ayrılıklar”ın ilk perdesinin açıldığı “sakife toplantısı”na dönelim.

    şia’nın tavrı, Hz. Muhammed’in son anlarında yazdırmak istediği vasiyetinin, Hz. ümer tarafından engellenmemiş olması halinde “hilafet”in Hz. Ebubekir yerine Hz. Ali’ye devredileceği iddiasına dayanır.

    Birçok farklı tarihi kaynak Hz. Muhammed’in “Benden sonra sizden iki kişi bile birbiriyle ayrılığa düşmesin” veya “Ondan sonra asla yol yitirmeyesiniz” diyerek vasiyet yazdırmak istediği konusunda birleşir.

    Ehlibeyt’i, vasiyetin yazdırılmaması kadar yaralayan diğer olay, Hz. Muhammed’in vefatından sonra, henüz defnedilmemişken, Müslümanların ileri gelenlerinin temsilci seçimine girişmiş olmalarıdır.

    Hz. Ali, beraberindeki birkaç sahabe ile defin işleriyle meşgulken düzenlenen bu toplantıya tepkisini şöyle gösterir:

    “Ya Ebu Bekir biz bu kadar ihmal edilecek kimseler miyiz, hiç değilse fikrimiz alınamaz mıydı?”

    Hz. Ebubekir’den sonra Hz. ümer ve Osman’ın seçimlerinin de bir nevi dayatma biçiminde olması Ehlibeyt’in kırgınlığını pekiştirir.


    Tiranlaşan Arap-İslam devleti
    İlk iki halife döneminde Müslümanlar hiç değilse bir arada yaşama kabiliyetini gösterebilirken, Hz. Osman’la birlikte kabileciliğe keskin bir “U” dönüş yapılması ayrılıkları derinleştirici rol oynar.

    Bu dönemde yükselen Arapçı Emevi saltanatı, İslami kurallardan uzak, yozlaşmış yeni bir düzen kurar. Müslümanlığın manevi değil maddi ölçülere bağlanması, Haşimilerin devlet kadrolarından uzaklaştırılması, Hz. ümer’in “Arabın kisrası” dediği şam Valisi Muaviye’nin şam’da başlattığı ve daha sonraları Irak’a da yayılan Hz. Ali’ye lanet okuma geleneği, devletin kaynaklarıyla sürdürdüğü şatafatlı saray hayatı ayrılıkları tamamen siyasi bir eksene oturtur. İslam dünyası bir “halife”den çok “tiran”ın boyunduruğuna girmiştir.

    Hz. Ali yandaşları bu uygulamalar karşısında kendiliğinden ezilen halkın savunucusu konumuna yerleşirler. Ve Hz. Ali, dini bir makamdan ziyade, toplum liderliğini temsil eder. Yine de halife olduğu dönemdeki kaos ortamını gidermeyi başaramaz. Hatta “Deve Olayı” ve “Sıffin Savaşı”, Hariciler’in ortaya çıktığı yeni birtakım ayrılıkları körükler ve Hz. Ali’nin Nahravan’da öldürülmesiyle sonuçlanan Hakem Olayı, İslam dünyasının genelini ilgilendiren bu ayrılıkları günümüze kadar taşır.

    Emperyalizme karşı duruş
    Bu dönemde Müslümanlar arasında henüz inanış ve ibadet biçimlerinde farklılaşma gözlenmezken, tarihi süreç içinde İslam devletlerinde başa geçen iktidarların “emperyalist” tutumu halk tabakalarında, dinini “iktidarınki gibi olmayan” biçimde yaşama eğilimi oluşturur. Bu tepkisel tutum, İslam’ın “özü”nü arayışı ve onu kendi kavradığı gibi yaşamayı içeren bir inanç sistemini yaratır.

    Aleviler İslam coğrafyasının her noktasına ulaşır ve gittikleri yerlerin kültürel, idari özelliklerine göre kendi içlerinde değişime uğrarlar. Bu anlamda İslamiyet’i kendi birikimlerine paralel algılayan Türkler de yönetici zümreninkinden farklı “halk Aleviliği” sayesinde, benimsedikleri yeni dini, geçmiş kimlik özelliklerini koruyarak yaşar, yaşatırlar...


    ‘Yorum’ din adına bağlayıcı olamaz
    “Sünniler, Hz. Peygamberin hastalığı sırasında, Ebu Bekir’i namaz kıldırmakla görevlendirişini, onu kendisinden sonra halifeliğe aday gösterdiği yolunda yorumlamışlardır. üte yandan şiiler Hz. Peygamber’in, ümer tarafından yazılması engellenen vasiyetinde, Hz. Ali’yi halife göstermek istediğini iddia ederler. Tabii bunlar hep tarafların iddialarıdır.

    Ortadaki gerçek şudur: Siyasal bir seçim yapılmıştır. İçine entrikalar, politik oyunlar karışsa bile, sonuç alınmıştır. Gel gör ki, bu sonuç, adeta ilahi vahiymiş gibi takdim edilmiştir.

    Bilindiği gibi Ebu Bekir, halifeliğe ümer’in getirilmesini isteyerek ölmüş, aynı şekilde ümer, ölümünden önce içlerinde Osman’ın da bulunduğu altı kişiyi halifeliğe aday göstermiştir. Bütün bunlar eğrisi doğrusuyla siyasal sosyolojik gelişmelerdir. Fakat bakıyoruz, Sünni inanış halifelerin bu seçim sırasını, Hz. Muhammed’den sonra en mükemmel insanı tespit için bir ölçü kabul ediyor. Buna göre Hz. Peygamber’den sonra ümmetin en büyüğü Ebu Bekir, sonra ümer, sonra Osman, sonra Ali’dir. İslam’ın ilahi ve evrensel prensiplerine göre, böyle bir hükmü ancak Allah verebilir. Hz. Peygamberin bile böyle bir hüküm verme yetkisi yoktur... Olay şudur: Kur’an’ın son ayeti vahyedildiği anda, din bitmiştir. Ne ilginçtir ki, vahyin son ayeti: Bugün sizin dininizi tamamladım” (Maide 3) demektedir. Bir başka ifadeyle, Hz. Muhammed’in bu dünyaya veda edişinden sonra ortaya çıkan hiçbir yorum ve yaklaşım, din adına bağlayıcı değildir. Bunların herhangi birini seçmek veya reddetmek, herkesin tabii hakkdır. Bunların hiçbiri, İslam’ın resmi görüşü olarak takdim edilemez. Bu bakımdandır ki, bunlara mezhep, yani yorum denmiştir. “ (38)

    Yaşar Nuri üztürk / 400 soruda İslam

    Yarın: Türkler’in İslamiyet’le teması ve Horasan




    27/11/2009 / YENİüAğ GZT.

  3. #3
    bozok
    Guest

    Cevap: Horasan'dan Anadolu'ya bir 'YOL' hikayesi

    Horasan'dan Anadolu'ya bir 'YOL' hikayesi: 3


    üç asır geciken mistik buluşma
    Ganimet peşindeki Emeviler’in kanlı yağmaları ve katliamlarını nefretle karşılayan Türkler’in İslamiyet’i benimsemesi, Horasan’daki sufi dervişlerin geliştirdiği tasavvufi yorum sayesinde oldu.

    Aleviler’in dini ritüellerinde giydikleri kıyafetlerle yazmalardaki Horosan’lı derviş tasvirleri arasında büyük bir uyum var.

    Türklerle İslamiyet’in karşılaşmasını sağlayan yolun temelleri 7. yüzyıldan itibaren Kafkaslar üzerinden İran, Irak ve Suriye’nin kuzeyine yönelen Türk göçleriyle atıldı.

    840’tan sonra Kırgızlar’a yenilen devletler yeni bir göç dalgasıyla anayurttan ayrıldılar.

    Hz. ümer döneminde, Müslümanlarla ilk temas merkezleri olan Horasan ve Cürcan bölgelerinde yaşayan Türk boyları Manieizm, Budizm, Nasturilik gibi inançlara sahipti. İslamiyet’in şamanist Türklere ulaşması ise Semerkant’ın fethiyle oldu.

    Araplara mukavemet
    Abdülkadir İnan konuyu değerlendirirken “Tarihi gerçektir ki İslam dini şamanist Türkler arasında hiçbir yerde görülmemiş bir süratle yayılmıştır, din olarak mukavemet görmemiştir. Türklerin mukavemeti Ota Asya’da hakimiyeti elde tutmak için Arap devletine karşı gösterilmiştir” yorumunu yapar.

    İnan’ın da değindiği Türk mukavemetini yabana atmamalı.

    Arap ordularının özellikle Türkistan’da gerçekleştirdiği katliamlar, Türkleri karşı tavır almaya ve Kerbela olayından sonra kendisine sığınan Ehlibeyt ile birlikte Arap sömürgeciliğine karşı ittifaka itti.

    Hz. Ali yandaşları için Türkler’in hakimiyetindeki bölgeler her daim “emin yurtlar” oldu.

    Kerbela’da şehit edildiği yere defnedilen Hz. Hüseyin’in bugün kutsal ziyaret mekanlarından biri olan türbesi de Türk Mimarisi’nin özelliklerine uygun olarak, kubbeli mezar yapısı biçiminde inşa edildi.

    Emeviler Buhara, Semerkant gibi İpekyolu üzerinde bulunan zengin Türk şehirlerine yaptıkları yağmalarda “din” kılıfı altında, savaş ganimetlerini arttırmayı düşünüyorlardı.

    Hatta çoğu zaman bırakın İslamiyet’i yaymayı, halkın cizyeden muaf hale gelmemesi için “yaymamaya” çalıştıkları bile iddia edilir.

    Bir Türk’ün kellesine yüz dirhem koyan Kuteybe ve “zafer”ini Türk kanıyla öğütülmüş ekmek yiyerek kutlayan Yezid gibi idarecilerin varlığına ek olarak, Emevi yönetim anlayışında Arap olmayan Müslümanların “mevali” adıyla ikinci sınıf vatandaş sayılması Türkler’in Ebu Müslim ile birlikte Emeviler’e karşı ayaklanarak, Abbasi Devleti’nin kuruluşuna öncülük etmesine yol açtı.

    Bu bilgiler ışığında, “Ne şamın şekeri, ne Arabın yüzü” gibi halk arasında hala söylenegelen bıkkınlık deyimleri, veya bir “Yezid”in bir öfke ifadesi olarak kullanılması, kuru bir ırkçılık ifadesi olmasa gerektir.

    Türk-i iman tanımı
    Müslümanlığı benimseyen ilk Türkler, Emevi ve Abbasi ordularındaki askerler ile esir pazarlarında satılarak Müslümanlaştırılan çocuklardı.

    Ancak kitlesel olarak İslamiyet’e geçiş, 10. yüzyılın ilk yarısında Kaşgar’da gerçekleşti. Böylece Karahanlılar tarihe “İlk Müslüman Türk Devleti” olarak kaydedildi.

    Dönemine eleştirel bakışıyla “saray tarihçileri” nden ayrılan Mehmet Neşri, bu olayı şöyle anlatır:

    “Abbasi Devleti amanında Dağ Han oğlu Salur’un saltanatını müteakip Türk neslinden üanak Han dedikleri bir kişi hükümdar oldu. O Kara Han lakabını aldı. Türk hükümdarlarından ik İslam dinine girip, mümin olan budur. Hicretin 300ünde Türklerden 2000(200 bin olmalı) kişi çadırları ile İslam dinine girip mümin oldular. Bundan dolayı onlara Türk-i iman denildi; telaffuzda hafifletip Türkmen dediler.”

    Mistik yorum etkisi
    İslam’ı tebliğ eden sufi dervişlerin etkisindeki Karahanlılar’ın halifeye itibar etmemiş olmaları önemli bir ayrıntıdır. Demek ki ilk andan itibaren Türkler Kuran’ın ruhuna uygun, fakat Arap emperyalizminin aracı olan siyasal İslam anlayışından farklı bir inancı tercih etmişlerdi.

    Bu özgün sistem, hayatlarını yüzyıllar boyunca doğa, insan ve vicdan üçgenini temel alan şamanizm’e göre düzenlemiş olan Türkler arasında hızla yayıldı.

    İslamiyet’i benimseyen Türkler de başta Anadolu olmak üzere göç etikleri yerlere hem bu inanç sistemini, hem de başta Ahilik felsefesi olmak üzere, vakıf sistemi ve Hayriye kuruluşlarının primitif örneklerini taşıdılar.

    Köken birliği yaratmak
    Türkler’in Hz. Muhammed ve Ehlibeyt’e duyduğu sevginin Türk destan ve efsanelerine yansıması “soy birliği” inancı oldu.

    Hz. Muhammed’in Türkler’le ilgili sözleri, savaşlarda “Türk üadırı” kurdurması, Dede Korkut’tun “Kanglı koca Kanturalı boyu” hikayesinin, Türk hakanının kızı Kantura’yla evlenen Hz. İbrahim’e atfen söylendiği tezi ve Hz. İbrahim’in babası Tarek’in adının Türk’e dayandığı iddiasından hareketle yaygınlaştığı görülen Türkleştirme eğilimi, Türkler’in Alevi inancının temelleriyle kendi aralarında bir özdeşlik kurduğunu gösterir.

    üzerinde bilimsel bir uzlaşmaya varılamamış olan “genetik” kısmını bir yana bırakırsak, Hacı Bektaş, Sarı Saltuk örneklerinde olduğu gibi Türkler ile Ehlibeyt arasındaki güçlü bağı manevi boyutuyla ele almak gerekir.

    Töreye müdahaleye izin vermedi
    Türkler’in içinde bulundukları tasavvuf ortamını içselleştirerek, sosyal bir sistem oluşturduklarını ileri süren Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak Horasan’dan Anadolu’ya uzanan yol hikayesini şöyle özetler:

    “Hayatında medreseyle temasa geçmemiş, yazılı İslami kaynaklarla temasa geçmemiş ama şifahi olarak Ahmet Yesevi gibi birtakım önderlerin aracılığıyla İslamiyet’i kabul etmiş bozkırda yaşayan Türk halkı. Böyle bir ortamdan kalkıyorsunuz, 10. yüzyıldan itibaren geliyorsunuz İran üzerinden, Horasan üzerinden Anadolu’ya. İran’da Horasan’da yıllarca kalıyorsunuz. Buradaki mistik çevrelerle, tasavvuf çevreleriyle temas haline geliyorsunuz beraber yaşıyorsunuz. Buradaki eski kültürlerin kalıntılarına varis oluyorsunuz, o inançları benimsiyorsunuz, sentezliyorsunuz. Anadolu’daki bir takım yerel şeyleri de içselleştiriyorsunuz. Onları sentez haline getiriyorsunuz ve bir sistem kuruyorsunuz. Bu sistem Sünniliğin dışındaki bir inanç sistemidir. Türk tarihindeki heteredoks İslam inancı, teolojik çatışmalardan değil, sosyal şartların tabii inkişafından doğmuştur.”

    Prof. Dr. Zeki Velidi Togan da “Türkler arasına İslamiyet’in Maniehizm, Budizm ve şamanizm gibi dinlere az çok uyabilen şiilik, Alevilik ve tasavvuf kanallarından girdiği kesindir” der.

    Nihat üetinkaya’nın Kızılbaş Türkler kitabında Abdülkadir İnan’ı kaynak göstererek aktardığı şu anekdot da, Oğuzlar’ın fani ve uhrevi hayat arasına çizdikleri hassas çizgiyi göstermesi bakımından önemlidir: “Barak Batır adlı meşhur Sultana, Buharalı hocalar gelmişler ve ona şeriatı tam olarak tatbik etmesini buyurmuşlar. Birkaç gün Sultan’ın yanında kalıp onun davacılara verdiği töreyi gören ve dinleyen hocalar, Sultan’ın hükümlerini şeriata uygun bulmayarak müdahalede bulunmuşlar. Barak Batır, bu müdahaleye kızarak hocalara ” kelime-i şahadet getir dersin getiriyoruz, namaz kıl dersin kılıyoruz, oruç dersin tutuyoruz, zekat ver dersin veriyoruz, hac kıl diyorsun Peygamber’e gidiyoruz. Siz bizim başka işlerimize karışmayın. Biz Töre’ye kuluz “ demiş.”

    Yarın: Anadolu’ya Türkmen göçü



    28/11/2009 / YENİüAğ GZT.

Benzer Konular

  1. "Aleviyiz, Horasan'dan Gelen Türkleriz"
    By bozok in forum Kültür
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10-18-2010, 05:57 PM
  2. Bir Krizin Kısa Hikayesi
    By bozok in forum Önemli Kitaplar
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 08-09-2010, 03:55 PM
  3. ibretlik bir eşek hikayesi
    By bozok in forum Fıkralar, Mizah ve Müzik
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10-07-2007, 05:24 PM
  4. Bir 'talih kuşu' hikayesi
    By bozok in forum Kültür
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 09-28-2007, 08:06 PM
  5. Haritanın hikayesi
    By atoybil in forum ABD Zulmü ve Müslümanlar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 09-29-2006, 12:50 PM

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  
 
Turan Ordusu
   
Bitkisel Tedavi | Dogal Tedavi | Gazete Haberleri | Sikayet Yolla | Tüketici Haklari | Aloe Vera | Nas?l Zayiflarim | Diyet Liste | Bitkisel Tedavi