şefaat ya Brüksel!



Müstemleke alışkanlıklarından kurtulamayan “İstanbul basını”, Avrupa’dan medet uman manşetleriyle, kimin “kafasının basmadığı” konusunda, Arınç’a bir fikir vermiş olmalı

Solunum organlarının salgıladığı, nefesimizle ciğerimiz arasına giren o sinsi engebeden, ağızdan dışarı atılan o sümüksü maddeden (balgamdan bahsediyorum) kurtulmak ister gibi, şöyle bir durdu, etrafı kolaçan etti, sanılanın aksine mahçup ve maskeleyici bir tavırla değil, gerine gerine tükürdü:

Haaaakkkk, tuuuuuuuuuu!

Umarım kahvaltı masasında değilsinizdir; öyleyse özür dilerim. Ama bir gazeteci olarak Başbakan Yardımcısı’nın imza attığı eylemi, okuyucunun zihninde soru işareti bırakmayacak biçimde izah etmem gerekiyordu.

Ağlayan adamın sonu
Oysa tam da, Türk siyasetine adını “ağlayan adam” olarak yazdırmayı garantilemek üzereydi Bülent Arınç. Güzel, şık, en önemlisi korunaklı bir yerdi orası. Malum gözyaşlarına dayanamayız. Nasıl kandırıldığımızı, yaralandığımızı, kullanıldığımızı, ezildiğimizi, aşağılandığımızı unutur, anında sarar, sarmalarız “ağlayan adam”ı. Siyasetçiyse “sana bunu da mı yaptılar civanım” der, “gözünden düşen bir damla yaşa on oy feda olsun” kahramanlığına soyunuruz. (Kahramanlar her zaman iyi değildir, misal: Freddy Cruger!)

Arınç, bir kere daha dilin kemiğinin olmadığını unutarak, “ağlayan adam” olmanın sağladığı/sağlayacağı bütün bu nimetleri kendi elleriyle itmiş oldu. (Buna şükür namazı kılınır işte!)

Karavana tükürük
şimdi o bir “tüküren adam” namzeti...
üünkü Erzurum üzel Yetkili Savcısı’nın yaptığı aramayı “adliyeye baskın” olarak duyuran gazetecilere, “Böyle baskın mı olur. Tuuu size. Bunlar hep basmaya alışmışlar. Ama kafaları basmıyor” diye çıkıştı.

“Tüküren adam”ın kimliği başlı başına bir vak’a. Her türlü pozitif bilimin “tetkik sahası”na girebilir. Televizyon, radyo, gazete, internet... Arınç’ın herhangi bir kitle iletişim aracı vasıtasıyla dünyasına sızdığı yurdum insanı, bugüne kadar kaç kere “tuuu” demeyi aklından geçirmiştir acaba? “Tüküren adam”ın insanların zihnine kazınan siluetini hayal etmeye çalışıyorum da ondan soruyorum: Islak mıdır? Kuru mu?

Bülent Arınç, kafası basmayanların, gerçekten de, suratlarına tükürmek suretiyle iyi edileceğine inanıyorsa; şöyle bol aynalı, yansıtma gücü yüksek bir mekanda inzivaya çekilmesini tavsiye ederim kendisine.

Belki “tedaviye muhtaç” olanların zannettiği kadar uzağında olmadığını görür de ’karavana tükürük’lerle enerjisini boşa harcamaz.

Ağzını, kendisinin yüksek müsaadelerini almadan haber başlığı atanlara değil de...

Mesela; yönettikleri ülkenin yargı reformuna ihtiyacı olduğunu Avrupa Parlamentosu’ndan öğrenen(!) siyasetçilere, “Kürt açılımı”na destek vermek için ne yapmaları gerektiğini İrlanda’lı lordlardan öğrenen sivil gençlere, ülkesinin Cumhurbaşkanı’nın görev süresi konusunda tespit yapabilmek için “Fransız” hukukçulara akıl danışan gazetecilere...

Yani... Müstemleke zihniyetinden kurtulamayan, alabildiğine komplekslerine teslim, kendi aklını hakir gören, “tasmasız” kalınca paniğe kapılan, yönünü tayin etmekten aciz güruha döner de, şöyle dolu dolu bir “tuuuuuu” çeker belki!


Damat Ferit’ten hallice

Dünkü gazetelerden üç manşet, bir de yazar örneği vereceğim.

Birinci manşet: Kapsamlı yargı reformu şart!

Söyleyen kim dersiniz?

Anayasa hukukçularımız mı, yüksek yargı organlarının temsilcileri mi, siyasetçiler mi?

Hayır!

Türkiye’ye yeni bir anayasa gerektiğini söyleyen kişi Avrupa Parlamentosu Raportörü Oomen-Rujiten. Hadi o söylüyor, hadi Damat Ferit’ten hallice olan iktidarımız “hay hay” diyor da...

Gazetecinin görevi, bu garabeti deşifre etmek, eleştirmek mi, yoksa dün bazı arkadaşların yaptığı gibi “Rujiten de söylüyor, sıkıyorsa yapmayın da görelim” edasıyla, Avrupalı’nın etekleri altından sopa göstermek mi?

İkinci manşet: Gül’ün süresi 7 yıldır...

Söyleyen, Gül’ü üankaya’ya oturtan TBMM’den bir isim mi?

Yine hayır; Grenoble üniversitesi üğretim üyesi Prof. Dr. Jean Marcaou...

Derler ya söyleyene değil, söyletene bak. Elin Fransız’ı, Cumhurbaşkanımız’ın kaç yıl görev yapacağını dahi “ucu açık” bırakmış bir “meçhuller ülkesi” olduğumuzu ne bilsin. Acar röportajcılarımız sağolsun: “Pardon Cumhurbaşkanımız kaç yıl görev yapmalı”

El cevap: “Chirac 7 yıl yapmıştı, Gül de 7 yıl görevde kalmalı”

Ve bu cevap manşet!

Fransız diyorsa, öyledir çünkü!

üçüncü manşet: Açılımın elçileri işbaşında!

İrlandalı Lord John Alderdice, IRA’yla diyalog sürecinde edindiği tecrübeleri sivil gençlere aktarmış; onu haber veriyor....

Gazeteci sormaz mı, Soros destekli bu sivil faşistlere;

Hemşerim yaşadığın ülkenin insanlarıyla neyi, nasıl konuşacağını niye elin İrlandalı’sına soruyorsun?

Bir kere ikliminiz farklı! Kimyanız uyuşmaz!

Son örnek Taraf’ta ünder Aytaç’ın köşesinden: “Geçen hafta içinde Paris, Londra ve Washington DC’deki toplantılarda Türkiye’yi tartıştık”

Zat-ı muhterem üç toplantıda da Türkiye’nin militariden kurtulacağını ve hukuk devletlerinde yargı diktatörlüğünün olmaması gerekliliğini görmüş!

Vay anasını yahu! O saydığın başkentlerde söylemişlerse, vardır bir bildikleri değil mi?

Nereden nereye geldik
Atatürk, dışarıdan bakan herkesin “bizsiz yapamazlar” dediği bir dönemde, zamanın merkez bankacılığı konusundaki otoritesi kabul edilen Alman Dr. Schacht ve yardımcısı Karl Müller’i, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın kurulması konusundaki görüşlerine başvurmak üzere Türkiye’ye davet etmiş.
İki “yabancı uzman” da “Türkiye için erken” demişler.

Atatürk ne yapmış dersiniz?

Derhal Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nı kurdurmuş. Ve “genç, kaynaksız, tecrübesiz Türkiye” 1929 buhranına rağmen, Merkez Bankası’nın politikaları sayesinde Türk Lirasının değerini yükseltmeyi ve kalkınma planlarını tavizsiz uygulamayı başarmış...

Böylesi bir egemenlik abidesi olarak kurulan Cumhuriyet’i, içlerinden atamadıkları müstemleke alışkanlıkları yüzünden böyle rezil rüsva edenler, Allah’ın verdiği aklı kullanmaya dahi zahmet etmeyenler değil midir asıl “tuuu” denmesi gereken?

Evet buyur, sahne senin “tüküren adam”...

Ne oldu, yüzün mu ıslandı?

Yağmurdur, yağmur!

* * *

İktidarın tükürük güvenlik konsepti
Madem “iç düşman” tanımını değiştireceklerdi, öyleyse yeni tanıma uygun bir “savunma kalkanı” da inşaa/ithal etmiş olmalıydılar.

Bülent Arınç’ı dinlerken “işte bu” dedim; “evreka!”

Belli ki yeni “iç düşman/tehdit” tanımı içinde “gazeteci” de vardı. Ve iktidar bu büyük tehlikeyi bastırmak yolunda önemli bir adım atmış ve “gazeteciyi hizaya getirmek için suratından tükürüğü eksik etmeyeceksin ’türünden yeni bir ’güvenlik konsepti’ geliştirmişti!

Hareketlerine hakim değil
Can havliyle telefona sarıldım. Bu işe neredeyse ömür vermiş gazetecileri arayıp, mealen ”Daha önce tükürük kalkanı ile püskürtülmüş müydünüz“ diye sordum.

Milliyet’in tecrübeli yazarı Melih Aşık, ”En fazla ’komünist’ derler, beğenmedikleri gazetecileri ihtar veya ihbar ederlerdi. Ama böyle terbiye sınırı dışına çıkmazlardı“ dedi. Aşık’ın “tüküren adam”a ilişkin tespiti ise şu şekildeydi: ”Bu kadar konuşana rastlamadık. Bu zat, eline ve hareketlerine hakim olamadığını düşündürüyor... “

İki çizgi arasında sarkaç gibi
Lord Alderdice yerine, tecrübelerinden faydalandığımız diğer isim Vatan yazarı Necati Doğru oldu. Doğru’nun Arınç’ın ” Tuuu size “ sözüne tepkisi şöyleydi:

”Bugüne kadar tüküren olmasa da, tükürme niyeti gösteren çok oldu. Siyasiler yıpranma sürecine girdiklerinde, halk desteğini kaybetmeye başladıklarında, terbiye sınırlarını aşıyorlar, akıllarını kaybediyorlar, işi küfre vardırıyorlar.Bu çok tanık ve alışık olduğumuz hastalıklı bir tavır. Arınç’tan da beklenir. üünkü kendisi iki çizgi arasında gidip gelen bir sarkaç gibi. Bir bakıyorsunuz, derviş sabrına sahip biri gibi, hasassiyetini vurguluyor, ağlıyor, bir de bakıyorsunuz aşırı, çılgın tepkilerle hareket ediyor. Hitler faşizmi ölçüsünde saldırganlık gösteriyor. Dolayısıyla Arınç beni şaşırtmadı... “

Ağzından çıkanı duymuyor
Arınç’a şaşırmaktan vazgeçen bir diğer gazeteci de Sözcü yazarı Emin üölaşan’dı. Hatta üölaşan, gazetecilerin Arınç’ı mazur görmesini bile istedi.

Bakın neden: ”Bülent, Türk siyasetinde ciddiye alınacak biri değildir. O bir taşra avukatıdır. Ve kaderin cilvesiyle siyasette yükselip buralara gelmiştir. Zamanında kürsülere çıkıp “şeyini şey ettiğimin şeyi” diye ağlayan, Meclis Başkanı kimliğiyle partisinin mitinglerinde boy gösterip nutuk atan ve her fırsatta, ağlayıp insanları kendisine acındırmaya yeltenen beşinci sınıf bir siyasetçidir. O nedenle, ağzından çıkan lafı kulağı duymadığı için, kendisini mazur görmeniz ve affetmeniz gerekir...“



SELCAN TAşüI / YENİüAğ GZT. / 23.2.2010