ORTADOĞU'DA "KÜRT SİYASALLAŞMASI" VE MUHTEMEL SONUÇLARI

Durmuş Yılmaz

Giriş

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) doğrudan müdahale yoluyla, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri de dolaylı yoldan Ortadoğu'nun etnisite(Azınlık Irkçılığı) temelinde yeniden yapılandırılması ve haritasının yeniden çıkarılması yolunda ciddi bir gayret içinde görülüyorlar. Coğrafî olarak, Kuzey Afrika, Filistin, Lübnan, Suriye, Irak, Türkiye, İran, Hazar Denizi'nin batısı ve bütün bir Kafkasya'yı içine alarak Doğu Karadeniz'e kadar uzanan bu bölge, önümüzdeki yıllarda ciddi siyasal oluşumlara ve gelişmelere sahne olacak gibi görünüyor. Büyük devletlerin bu yapılandırma faaliyetleri içinde bölge halkı, etnik ve dinî esaslar ileri çıkarılarak hazırlanan senaryoda oynatılmak isteniyor. Bunların da başında Kürtler, Şiiler, Süryaniler, Asurîler geliyor. Bir müddet sonra İran Azerileri de sahneye sürülecektir. Kafkasya bölgesinde de Ermeniler'den başka Çeçenler, Osetyalılar, İnguşlar, Acarlar, Lezgiler, Abazyalılar sahne alacaklardır. Biz bu analiz çalışmamızda bölge oyuncularından biri olarak Kürtleri büyüteç altına almak ve Batı emperyalizminin onları kullanarak nasıl politika ürettiğini ve enerji kaynakları üzerindeki geleceğe yönelik projeleri hakkındaki düşüncelerimizi ortaya koymak istiyoruz.
Son bin yıllık tarih dikkate alındığında Kürtlerin Anadolu'nun güneydoğu bölgesi ile Irak'ın kuzeydoğu ve İran'ın da kuzeybatı kısımlarında diğer halklarla karışmış olarak ve siyasal birlikten uzak bir halde yaşadıkları görülecektir. Aldığımız tarih dilimi içinde Kürtlerin ne kendi adlarıyla ne de başka bir ad altında bir devlet kurmuş olduklarını söyleyemeyiz. Yine bu zaman içinde Kürt halkın, Arap, Fars ve Türkler gibi Müslüman halklarla; Ermeni, Asurî, Keldanî ve Süryani gibi Müslüman olmayan halklarla birlikte ve genellikle uyum içinde yaşadıklarını söyleyebiliriz. 19. yüzyılın sonlarına doğru başlayan Kürt-Ermeni çatışmaları 20. yüzyılın ilk çeyreğinde de devam etmiştir. Fakat buradaki sorunun ne Kürtlerden ne de Ermenilerden, kaynaklanmadığı tarihen sabittir. Söz konusu dönem ( 1878-1921) başta Fransa olmak üzere sömürgeci Avrupa devletlerinin bölgede yaşayan halkların "müttehit ve mütecanis" bir yapı kazanmasını önlemek için çeşitli propaganda tekniklerine başvurarak - silah ve para yönünden destekleyerek- Türk ve Müslüman halk aleyhine kışkırtmalarından kaynaklanmaktadır. Gerek Doğu Anadolu'da Türklerle beraber ve gerekse Suriye, Irak ve İran'da müslim veya gayrımüslim diğer halklarla birlikte yaşayan Kürtlerin ciddi hiçbir sorun yaşamadan 1980'li yıllara kadar geldiklerini söylemek yanlış olmaz. Osmanlı'nın son yıllarında ve cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'de yaşanan bazı siyasal başkaldırı sayılabilecek olayların da arkasında Batı kaynaklı ciddi provokasyonlar olduğu bu gün herkes tarafından bilinmektedir.1980 yılından sonra Türkiye, Irak, İran ve Suriye'yi içine alan bölgede ciddi siyasal gelişmeler olmuştur. İran'da Humeyni Rejimi, Irak'da Saddam rejimi, Suriye'de Hafız Esat Rejimi bölge halkının "Milletleşme" sürecini olumsuz yönde etkilemiş ve etnik ve dinsel temel üzerinde şekillenen terör hareketlerini beslemiştir.

Halepçe Katliamı

Irak-İran savaşının son yılında, Mart 1988 tarihinde Irak diktatörü Saddam Hüseyin Irak'ın kuzeyinde yaşamakta olan Kürtlerin, Irak askerlerini arkadan vurduğunu iddia ederek onlar üzerine bir harekâta girişmiş ve binlerce Irak Kürdünü öldürmüştü. Saddam Hüseyin'in bu harekât sırasında kimyasal silahlar da dahil olmak üzere her çeşit silahı acımasızca kullandığı sonradan öğrenilmiştir. Fakat bizim burada altını çizmek istediğimiz husus, Irak'da kendi devletleriyle başları derde giren Kürtlerin canlarını kurtarmak için Türkiye'ye sığınmış olmasıdır. Gerçekten de 10 Mart 1988 tarihini takip eden günlerde büyük gruplar halinde Kürtler sınırı geçerek Türkiye'ye sığınmışlardır. Türk devlet yetkilileri bölgedeki var olan bütün imkanları zorlayarak sayıları yüz binleri aşan kaçgın Kürtleri kabul etmiş ve onların geçici ikametlerini ve beslenmelerini sağlamıştır. Böylece gerçek bir "Büyük Devlet" olarak kendisine sığınan çaresiz insanları himayesine almıştır.
Irak diktatörü Saddam Hüseyin'in Kürtler üzerine yaptığı harekâtın haklı veya haksız olduğu bizim konumuz dışındadır. Fakat bu harekâtın devlet eliyle ve gücüyle uygulanmış gayrı insanî ve zalimane bir katliam olduğu aşikârdır. Türkiye'nin koruyucu şemsiyesi altına girerek Halepçe Katliamından kurtulan Kürtler, elbette gördükleri iyiliği unutmayacaklardır. Zira Türkiye o yıllarda uğraştığı PKK terörü sebebiyle kapılarını kapatıp Kürt yığınlarını tekrar Irak topraklarına itmiş olsaydı bu gün Halepçe Katliamını anlatanlar ölen insanların sayısını beş bin yerine yüz binlerle ifade etmek zorunda kalacaklardı. Bu katliam sadece Kürtlerin değil bölgede yaşayan her halkın tarihinin acı bir sayfasıdır. Aynı yıllarda PKK teröristlerinin de Türkiye'de acımasız katliamlar yaptığı hatırlanmalıdır. Irak, Suriye ve Batı ülkeleri tarafından özenle korunan ve desteklenen Abdullah Öcalan'ın, kandırarak dağa çıkardığı, eline Batı kaynaklı silahlar vererek köyleri ve şehirleri basmaya gönderdiği ve bu yolla Kürtleri kırdırdığı düşünülürse, perdenin gerisinde görülenden daha büyük bir gücün olduğu anlaşılacaktır.


Kürtler Bir Millet midir ?

Bölgemizde, Türkiye'den başka, Suriye, Irak ve İran'da yaşadıklarını söylediğimiz ve Kürtçe konuşan bu insanlar, bazıları kabul etmeseler bile, ayrı bir Millet değil, Türk Milleti'nin bir boyunu oluşturan bir halktır. Burada bu meselenin uzun bir akademik tartışmasını yapmak yerine sadece 2 belgeden söz ederek bu noktayı geçeceğiz ve bu günkü siyasal ve konjonktürel ( tutumsal, topludurum) durum üzerinde duracağız. Bahsedeceğimiz birinci belge, Genel Türk Tarihinde Elegeş Kitabesi olarak bilinen ve Yenisey ırmağı kollarından biri olan Elegeş çayı kıyılarında bulunan bir kitabedir. M.S. 650 yılına tarihlenen bu kitabe ünlü Türkolog W. Radlow tarafından 1893 yılında okunmuştur. Bu kitabede "Men Kürt Elkan Alp Urungu, altunlug keşigim bantım belde; El'im tokuz-kırk yaşım" diye başlayan bir hitabe vardır. Bu günkü Türkçesi şöyledir: "Ben Kürt Beyi Alp Urungu, Altunlu okluğum belimde ( olduğu halde) 49 yaşında öldüm..." . Söz konusu kitabenin Göktürk Kitabeleri, ya da Orhun Kitabeleri olarak adlandırılan meşhur kitabelerle hemen aynı bölgede bulunmuş olması Kürt adının geçtiği coğrafyanın Türk adının geçtiği coğrafyanın içinde olduğunu, dolayısıyla bu gün olduğu gibi tarihte de Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamış olduklarını göstermektedir. Bu durum Kürtlerin bir Türk Boyu olduğu tezini kuvvelendirmektedir. Zira farklı bir boy (Millet=Ulus) olmuş olsalardı Kürtler Ortaasya göçü başladığında Türkleri izlemiş olamazlardı ya da başka bir güzergahı takip etmiş olmaları gerekirdi.
İkinci belge de Kaşgarlı Mahmut'un meşhur eseri Divan-ı Lügat-it Türk'ün içinde bulunan bir haritadır. Bu haritada "Arz-ul Ekrâd" diye gösterilen bir yer vardır ki, hemen hemen bu günkü Güneydoğu Anadolu, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye topraklarına rastlamaktadır. "Kürdistan ya da Kürt Bölgesi" anlamına gelen bu ifade, eğer Kaşgarlı'nın haritası iyi okunursa Kürtlerin ayrı bir millet değil, onların bir Türk Boyu olduğunu açıkça göstermektedir. Zira Kaşgarlı'nın haritası "Türk Boylarının Yaşadıkları Yerleri Gösterir Harita"dır. Fakat, kabul edilmelidir ki, bir halkın kendisini hangi milletten sayacağı, tarihî süreç içinde onun hangi kültür dokusunu kazanmış olmasıyla ilgilidir. Bu cümleden olarak, bu gün Türkiye'de yaşayan Kürtlerin büyük bir bölümü Türk Milleti'nin mensubu olmakla müftehir iken gerek Türkiye'de ve gerekse Suriye, Irak ve İran'da yaşayan Kürtlerin bir kısmı da ayrı bir milletten ( Kürt Milleti) olduklarına inanmaktadırlar. Onlar belki de köklerinin Ortaasya'ya değil de belki Pers İmparatorluğuna, belki, eski Anadolu kavimlerine ve ya bir başka yere dayandığını iddia edebilirler. Bu da bize Millet inancının ve kabulünün ırkî olmaktan çok kültürel bir mesele olduğunu göstermektedir. Ünlü düşünür Ziya Gökalp de " Kendini Türk hisseden herkes Türk'tür" derken yine bu kültürel dokuya dikkat çekmiştir. Şimdi tekrar günümüze dönelim.
Önce Türkiye'yi dışarıda bırakarak diğer üç devletin sınırları içinde yaşayan Kürtlerin durumlarına bir bakalım.
Suriye Kürtleri: Daha ziyade sınırın kuzeydoğu köşesinde Türkiye ve Irak sınırına yakın köy ve kasabalarda yaşarlar. Devlet idaresinde, orduda ve bürokraside yok denecek kadar azdırlar. Eğitim seviyeleri en düşük halk olup tarım ve hayvancılıkla geçinirler. Nüfusları azdır. Kendi yazıları yoktur, Arap harfleri ile ve Arapça okuyup yazarlar. Sadece Kuzeydoğu bölgesinde yaşadıklarından Suriye halkıyla bütünleşme ve "milletleşme" sürecini tamamlayamamışlardır. Türkiye ile Suriye arasında yapılan sınır ticareti refahlarının başlıca kaynağıdır. Dolayısıyla Suriye'den çok Türkiye ile irtibatları vardır. Fakat zaman zaman Türkiye-Suriye arasındaki siyasal gerginliklerden fazlasıyla etkilenmişlerdir.
Irak Kürtleri: Talabani ve Barzani aşiretlerinin abartılı rakamlarına rağmen sayıları 3,5 milyonu aşmamaktadır. Irak'ın kuzeyinde Kerkük, Musul, Süleymaniye, Erbil, Zaho, Duhok, Selahaddin gibi şehirlerde Türklerle karışık vaziyette yaşamaktadırlar. Bölgede çok az sayıda Arap da vardır. Irak Kürtleri de tıpkı Suriye Kürtleri gibi belli bir coğrafyaya sıkışmış, eğitim düzeyi düşük, devlet, ordu ve bürokraside yer almayan, temel uğraşı çiftçilik ve hayvancılık olan bir halktır. Irak Kürtleri, Suriye Kürtlerinden daha fazla siyasallaşmış olduklarından son 30 yıl içinde Irak'daki her değişimden doğrudan etkilenmişlerdir.
İran Kürtleri: Ülkenin sadece kuzey batısında , Türkiye ve Irak sınır şeridinde yaşarlar. İran halkıyla kısmen bütünleşmiştir. En önemli ayrılık konusu mezhep alanıyla ilgilidir. İran'ın resmî inanış biçimi olan Şia, Kürtler arasında fazla taraftar bulamamıştır. Kürtler sünnî akaid üzere inanç sistemlerini sürdürmektedirler. Siyasal etkinlikleri azdır. Onların da temel uğraş alanları tarım ve hayvancılıktır. Sayıları tam bilinmemekle beraber 2 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Şimdi de asıl konumuz olan Türkiye Kürtlerine bakalım.
Türkiye Kürtleri: Türk halkıyla homojen bir şekilde ve Türkiye'nin her yerinde yaşamaktadırlar. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, İzmir, Bursa, Konya, Antalya ve Mersin gibi büyük şehirlerde ciddi sayıda Kürt nüfus vardır.Türkiye'de etnik dağılım hakkında Prof. Mehmet Şahingöz'ün internetteki sayfasında Amerika Birleşik Devletlerinde yapılmış bir araştırmaya dayandırılarak şu bilgiler verilmektedir :
Türkiye'de Etnik Dağılım:
Türk :60.347.000 %86.21
Diğer :9.653.000 %13.79

Kürtler :5.852.000 %8.36
Azalar :371.000 %0.53
Çerkezler :1.520.000 %2.14
Araplar :1.141.000 %1.63
Lazlar :14.000 %0.02
Diğer :700.000 %1
KONDA A.Ş. tarafından , İstanbul'da Kürtçe konuşanlar arasında yapılan bir araştırmada hissen ve kalben "Kürdüm" diyenlerin oranı %4 çıkmıştır .

Türkiye Kürtlerinin bir kısmı Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehirlerinden iş için başka şehirlere gittikleri gibi, önemli bir kısmı da yerleşiktirler ve yaşadıkları şehirlerin nüfuslarına kayıtlıdırlar. İlginç bir tespitimizi de hemen belirtelim ki, sayılan şehirlerde yerleşik olarak bulunan Kürt halkı ile sonradan iş (çalışma), memuriyet ve ticaret için gelen Kürtler arasında hemşehrilik ilişkileri "Kürt" oluşlarına göre değil, nüfusa kayıtlı olduğu şehirlere göredir. Türkiye'de "Kürtlük" bir alt kimlik değeridir. Üst kimlik Anayasa'nın 66. maddesinde yazdığı şekliyle "Türklük" tür.
Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yaşayan halkın temel arzularından birisi ekonomik durumunu daha elverişli hale getirerek ( veya getirmek için) Batı bölgelerinden birisine giderek yerleşmektir. Gözde şehirler arasında Antalya, Mersin, Aydın, Bursa, İzmir bulunmaktadır. Bu şehirlerde "Kent Kültürü" olgusuyla tanışan ve hayat tarzını olumlu yönde değiştiren Kürtler geldikleri bölgelerdeki siyasal ayrılıkçı oluşumlardan mümkün olduğu kadar uzak durmaya gayret etmektedirler. Zira bu şehirlerde güzel ve bol kazançlı işleri ve düzgün ve rahat bir hayatları vardır. Fakat şunu da unutmamak gerekir ki, daha düzgün bir hayat için doğup büyüdükleri şehirlerden göçerek saydığımız bu şehirlere gelip yerleşen Kürtler eğer buralarda arzu ettikleri hayat standardını yakalayamamışlarsa ayrılıkçı fikir taşıyan hemşehrilerinin atmış oldukları çengelden kendilerini maalesef kurtaramamaktadırlar.

Sevr Antlaşmasına Göre Kürtler
Dünya Savaşını ateşkes talep ederek sona erdiren Osmanlı Devleti, hiç de beklediğini bulamamış ve Almanya ve Avusturya-Macaristan ile birlikte savaşın mağlup tarafı olarak İtilaf Devletlerinin (İngiltere, Fransa, İrtalya) aşağılayıcı muamelelerine maruz kalmıştır. Padişahın ve Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin aczinden istifade eden işgalci devletler, nihayet hazırladıkları aantlaşma taslağını İstanbul Hükümeti'ne kabul ettirmişlerdir. 10 Ağustos 1920 tarihinde Paris yakınlarındaki Sevres kasabasında toplanan işlci devlet temsilcileri Osmanlı devleti adına gelen Bağdatlı Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşat Halis'e bu aantlaşmayı imzalatmışlardır.
Sevr Antlaşması Osmanlı devletini bütünüyle etkisiz hale getrdikten başka Anadolu topraklarını işgalcilere ve onların müttefiklerine paylaştırıyordu. Fakat bundan daha önemlisi Türk Milleti'nin birliğine el atıyor ve tarih boyunca Türklerle birlikte yaşamış Kürtleri ayırarak onlara Anadolu'da ayrı bir yurt veriyordu. Doğu Anadolu topraklarını Ermenilerle Kürtler arasında paylaştırıyordu. Böylece Kürtlerle Ermenileri aynı kefeye koyuyor ve Türk Birliğini nereden ve ne şekilde parçalayacağının da işaretlerini vermiş oluyordu.
Sevr Antlaşmasının Kürtlerle ilgili kısmını aynen veriyorum.

KESİM III
KÜRDİSTAN
Madde 62
Fırat'ın doğusunda , ileride saptanacak Ermenistan'ın güney sınırının güneyinde ve 27. maddenin II/2 ve 3. fıkralarındaki tanıma uygun olarak saptanan Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde , Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde , İstanbul'da toplanan ve İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinin her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir komisyon hazırlayacaktır.Her hangi bir sorun üzerinde oybirliği oluşmazsa, bu sorun, Komisyon üyelerince, bağlı oldukları hükümetlerine götürülecektir. Bu plan, Süryani-Geldaniler ile, bu8 bölgelerin içindekiöteki etnik ve dinsel azınlıkların korunmasına ilişkin tam güvenceler de kapsayacaktır; Bu amaçla,İngiliz, Fransız, İtalyan, İranlı vr Kürt temsilcilerinden oluşan bir komisyon incelemelerde bulunmak ve iş bu antlaşma uyarınca Türkiye sınırının İran sınırı ile birleşmesi durumlarında , Türkiye sınırında yapılması gerekebilecek düzeltmeleri kararlaştırmak üzere bu yerleri ziyaret edecektir.
Madde 63
Osmanlı Hükümeti, 62. maddede öngörülen komisyonlardan birinin ya da ötekinin kararlarını, kendisine bildirildiğinden başlayarak üç ay içinde kabul etmeği ve yürürlüğe koymağı şimdiden yükümlenir.
Madde 64
İş bu antlaşmanın yürürlüğe konuşundan bir yıl sonra,62. maddededeki belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu8 bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye'den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyine baş vururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı omnlara tanımayı Türkiye'ye salık verirse, Türkiye bu tavsiyeye uymağı ve bu bölgeler üzerinde bütün haklarından ve sıfatlarından vaz geçmeği şimdiden yükümlenir.
Bu vazgeçmenin ayrıntılarıBaşlıca Müttefik devletlerle Türkiye arasında yapılacak özel bir sözleşmeye konu olacaktır.
Bu vazgeçme gerçekleşirse ve gerçekleşeceği zaman, Kürdistan'ın şimdiye dek Musul vilayetinde kalmış kesiminde oturan Kürtlerin, bu bağımsız Kürt devletine kendi istekleriyle katılmalarına , başlıca müttefik devletlerce hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır .

Sevr antlaşmasının yukarıdaki hükümleri açıkça göstermektedir ki, Osmanlı devletini yıkarak topraklarını topraklarını paylaşan işgalciler, gelecekte de Türklerin bir daha toparlanmasına fırsat bırakmamak kararında idiler. Bunu için Türk birliğini parçalamayı da kendi siyasal emellerinin bir gereği olarak görüyorlardı. O gün için Kürtleri piyon yapmaya karar vermişlerdi. İleride elbette başka piyonlar arayacak ve bulacaklardı. Etnik ya da dinsel ayrılık noktalarını aramaya devam edeceklerdi.

Milletleşme Olgusu

İnsanlar arasında sadece dil, ırk, din, mezhep değil bunlardan başka yüzlerce ayrılık kanalları bulunmaktadır. Aşiret veya boy farklılıkları da bir ayrılma kanalıdır. Milleti meydana getiren bireyler bu ayrılıklarını bir milletin "Üst Kimliği" altında toplayarak yeni bir ad ve kimlik kazanmaktadırlar. Kürtler veya başkaları değil, öz be öz Türk olan halk da tarihin belli devrelerinde aşiret veya başka alt kimlikler yüzünden bir biriyle ayrılmış ve hatta kanlı savaşlar yapmışlardır. Eğer üst kimlik altında toplanmamış olsa bu günkü Türk halkı da Türkmen, Yörük, Karakeçili, Sarıkeçili, Karakoyunlu, Akkoyunlu vs. gibi bir çok alt gruba ayrılabilir ve birbirlerinden kopabilirler. Nitekim bu gün Türkistan ülkelerinde Azerbaycan'da, Türkmenistan'da, Kazakistan'da bu gibi ayrımların olduğunu görüyoruz. Yine aynı şekilde Türkiye'de değil, fakat özellikle Irak Kürtleri arasında dil, lehçe ve en fazla da aşiret farkından kaynaklanan ayrılık kanalları olduğunu görüyoruz. Kafkasya halkı arasındaki ayrılıklar bütünüyle böyle yapay farklılıklardır. Buna karşılık, Amerika Birleşik Devletlerinde, her din ve milliyetten insanlar bir "Amerikan" üst kimliği altında toplanmışlar ve bu kimlikle gurur duymakta ve bunu severek benimsemektedirler. Türkiye'nin cumhuriyetten sonra başardığı ve elde ettiği en önemli kazanım bilimsel bir gerçek olarak ifade edebiliriz ki, mensuplarına kazandırdığı Türk Kimliği'dir. Cumhuriyet, kendine güvenen, devletine güvenen, milletine güvenen "Yüksek Türk Kimliği" sahibi Türk vatandaşları yetiştirmiştir. Bu gün yaşamakta olduğumuz bazı sorunları bununla karıştırmamalıyız. Mustafa Kemal'in şu sözünü düstur edinmeye devam etmeliyiz: Türk.! Öğün, Çalış, Güven!
Türkiye bu başarısını "Milletleşme olgusunu" tamamlamasına borçludur. Eğer Irak devleti bunu başarabilmiş olsaydı bu gün halk, 3 veya 4 parçaya bölünerek işgalcileri yurtlarına davet etmezlerdi. Şimdi Türkiye'nin bunu nasıl başardığına ve bu sağlam yapıyı siyasal emellerine uygun bulmayan Batı'nın bunu bozmak için neler yaptığına bir bakalım:
Mondros ateşkes antlaşmasıyla ( 30 Ekim 1918) Osmanlı devleti egemenliğini kaybetmişti. Bir devlet için egemenliğini kaybetmek yıkılmakla eş anlamlıdır. Bunun üzerine başta Mustafa Kemal olmak üzere ülkenin kaderini düşünenler İmparatorluğun hem fiilen hem de ruhen yıkılmış olduğunu, Osmanlı imparatorluğunu tekrar diriltmenin imkansız olduğunu düşünerek "Millî Devlet" fikri etrafında birleştiler. Bu fikrin omurgası "Türklük" oldu. Yeni kurulacak devletin adı Türkiye, resmi Dili Türkçe oldu. 23 Nisan 1920'de Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi'nin üyelerinin belki de tek ortak yönleri bu duyguda gizliydi. Yeni bir "Türk Devleti" kurmak. Anadilleri Türkçe'den başka olan mebusların -bunlar içinde Kürtler ve Çerkezler baştadır- "Türk" veya "Türkiye" kavramlarına hiçbir itirazları olmamıştır. 20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanununun (Anayasa) 3. Maddesinde "Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur" denmektedir. Devletin adı artık Anayasa'da belirtilmiştir: Türkiye Devleti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 31 Mart 1921 tarihli oturumunda Erzurum Mebusu Necati Bey de tamamen tarihi bilgilere dayandırdığı konuşmasında Türk ve Kürt'ün "Bir Millet" olduğunu belirtirken şöyle diyordu:
"... Doğu Anadolu'da binlerce yıldan beri yaşayan Turanlı bir kavim vardır ki bugün onlara Kürt denmektedir. Bu kelime Farsça'da "Kahraman" demektir. Turanlı menşe'e sahip bu insanların Türk'ten ayrılığı yoktur. Asla ayrı bir millet değildirler. Ayrıca şurası da kesinlikle bilinmektedir ki, Türk ile Kürt daima beraber yürümüş, İslamiyet'in tarihini beraber yapmışlardır. Ve bugün de Kürt sosyal topluluğunun kalbine girecek olursanız görürsünüz ki onların kalplerinde bu milletin tarihinden ve emellerinden başka bir şey ve hiçbir şeyin yeri yoktur.(... ) Bugün ikiye ayrılmak istenen millet tek bir millettir. Bugün öyle bir Türk yoktur ki, dayısı, damadı ya da yeğeni Kürt olmasın. Benim annem Kürttür. Beni annemden nasıl ayırırsınız?... Avrupalıların bir takım efsaneleri, entrikaları ve uydurmaları arkasından annem nasıl olur da gider?... Bunun imkanı yoktur! Bunlar Avrupa entrikacılarının uydurmalarıdır.(...)
Ekonomik bakımdan da düşünülecek olursa Türk'le Kürt'ün ayrılması imkansızdır. Orada ne Kürt Türk'süz, ne Türk Kürt'süz yaşayabilir. Bunlar o kadar birbirine girmiştir ki, hem kan yoluyla, hem tarih ilişkileriyle, hem de dini bakımdan tamamiyle tek bir vücut olmuşlardır. Bizim memleketimizde soy azınlıkları yoktur. Bunu uyduranların hususi gayeleri vardır. Bunlar üzerinde münakaşa etmeye hatta bunları dinlemeye bile Kürtlerin tahammülü yoktur..."

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 3 Ocak 1923 tarihli oturumunda, Lozan'da Musul konusunda bilhassa İngiltere Başdelegesi Lord Curzon'un İsmet Paşa'dan bu konuda görüşlerini sormasıyla başlayan müzakerenin değerlendirilmesi ve milletvekillerinin bu konuda aydınlatılmaları için görüşme açılmıştı. İcra Vekilleri heyeti Reisi (Başbakan) sıfatıyla Rauf Bey'in (Orbay) Musul'un Misak-ı Millî sınırları içinde olduğunu bildiren konuşmasından sonra İzmit Mebusu Sırrı Bey (Bellioğlu) söz alarak şöyle demiştir:

"... Şimdi sözüm Musul'a gelmiştir. Musul'un dahi bizim öz vatanımız olması itibariyle bütün mülhakatıyla beraber bize verilmesi lazım geldiğini söylemeye lüzum görmek tabiî abesle iştigal etmektir. Fakat onlara bu maksadımızı anlatmak nasıl kabil olacaktır? Curzon beyanatında "Musul ve havalisinin ekseriyet-i ahalisi (halkının çoğunluğu) Kürttür" diyor. Ona demek lazımdır ki zaten bizim davamız da budur. Biz Musul'u halkı Kürt olduğu için istiyoruz. Burası Kürt ve Türk vatanı olduğundan dolayı bize verilmesi lazımdır, demeli. Onlar burası Arap vatanı demiş olsalardı o vakit zemin-i münakaşa teşkil ederdi. Madem ki Curzon, kendi lisanından burasının Türk ve Kürt vatanı olduğunu söylüyor o halde kendi kendine ilzam edilmiştir (lazım olanı söylemiştir). Kendi ifadesiyle bizim davamızı ikrar eylemiştir. O halde meselenin başka münakaşaya değer yanı kalmamıştır..."
Genç Mebusu Hamdi Bey oturduğu yerden "Türkün ve Kürdün ayrı - gayrısı yoktur" diyerek söze karışmıştı.
Sırrı Bey'den sonra söz alan Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey de konuşmasında şöyle demiştir:
"... O Musul meselesi ki, mesail-i hayatiyetimizin, âtimizin, istikbâlimizin (geleceğimizin) emniyeti namına en mühim mesaildendir (meselelerdendir). Lord Curzon madem ki Musul halkı Kürttür diyor, o halde Kürt halkının ekseriyeti Türkiye'dedir. Musul'un da Türkiye'ye ait olması icabeder. Efendiler, Musul Türkiye'nin cüz-i lâyenfekkidir (ayrılmaz parçasıdır). Musul vilayat-ı şarkiyyenin bir kapısıdır. Onu ayırmak felç etmektir. Binaenaleyh Musul bizimdir, bizim olacaktır, bizim kalacaktır. Son olarak şunu arzediyorum ki, Musul vilayet-ı şarkiyyenin (doğu vilayetlerinin) eczasındandır (parçalarındandır). Cüz-i layenfekkidir. Musul'un ayrılmasına müsaade etmek, emin olunuz, vilayat-ı şarkiyyenin âtisini, istikbâlini (geleceğini) taht-ı tehlikeye ( Tehlike altına) koymaktır. Bu vaziyete heyet-i celilenizin razı olmayacağına kanaatim vardır. İmanım vardır."


T.B.M.M.nin 30 Ekim 1922 tarihinde aldığı 307 numaralı kararda da Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmış olduğu ve yerine Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin teşekkül ettiği ve bu hükümetin "Türk Hükümeti" olduğu kabul edilmiştir. 1924 Anayasası da 1. Maddesinde " Türkiye Devleti bir cumhuriyettir" dedikten başka, 88. maddesinde de "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur" demektedir. Bu madde günümüze kadar manasında her hangi bir değişiklik olmadan devam edip gelmiştir.
İşte Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki en sağlam temel budur. Türk halkı din ve ırk farkı gözetilmeksizin "Türk" olarak tanımlanmış ve bu kabul edilmiştir. Böylece "Türklük" bir üst kimlik olarak vatandaşların hepsini kuşatmış ve kapsamıştır. Laik hukuk uygulamasıyla vatandaşlar arasındaki inanç veya mezhep farklılıkları gibi ırk farklılığı da hukuken yerini "Vatandaşlık" anlayışına bırakmış ve böylece "Milletleşme" süreci tamamlanmıştır. Türk halkı müttehit ve mütecanis(Birlikte ve Uyum içinde) bir topluluk oluşturmuştur. İşte Türkiye Kürtlerinin komşu ülkelerdeki Kürtlerden farkı buradadır. Türkiye Kürdü, Türk halkının bir parçasıdır. Karışmış ve kaynaşmıştır. Birlikte homojen bir yapı meydana getirmişlerdir. Kaderde, kıvançta, tasada müşterektirler. İstiklâl Savaşını birlikte yapmanın onurunu ve birlikte kazanılan zaferin haklı gururunu taşımaktadırlar. Türk Halkı adına kurtardıkları egemenliğe ve kurdukları Türkiye Cumhuriyetine sahip çıkmaktadırlar.

Sömürgecilerin işi zorlaşmıştır

Halkın bir "Millî Kimlik" etrafında birleşmesi sömürgeciliği ortadan kaldıracak en etkili faktördür. Zira 19. yüzyıla damgasını vuran sömürgecilik halkların "Millî Kimlik" kazanarak bu kimlik etrafında toplanmaları sonucu başlattıkları bağımsızlık savaşlarıyla erimeye ve yok olmaya mahkum olmuştur. Osmanlı Devleti'nin yıkılışından sonra unsurların bir bir ayrılmalarını müteakıp toprakları sömürgeciler tarafından işgal edilmiş olan Türk halkının 1919-1922 yılları arasında verdiği İstiklal Savaşı ve elde ettiği başarı gerçekten de Güney Asya, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve bunlara mücavir bir çok bölgede bağımsızlık savaşlarının başlamasına yol açmış ve Türkiye'nin yolunu izleyen pek çok halk sonunda bağımsızlıklarını kazanarak kendi millî devletlerini (Ulus Devlet) kurmuşlardır. Bu tecrübeyi de yaşamış olan Batılı sömürgeciler özellikle 1950'den sonra ürettikleri yeni politikalarla sömürgelerinde askeri unsurlardan ziyade ekonomik ve kültürel unsurları daha fazla öne çıkarmışlar ve bu yolla siyasal sömürülerini sürdürmek istemişlerdir. Türkiye'de de olduğu gibi pek çok ülkede de milli sanayinin kurulmaması için kapitalizmin her türlü acımasız rekabet yollarını açmışlar, her türlü yöntemi kullanmışlardır. Bu arada halkın içindeki dinî ve etnik (ırkî) farklılıkları da kullanmayı ihmal etmemişlerdir. Kendi içlerinde, uyguladıkları eğitim sistemleriyle bütünleşmeyi sağlarlarken hedef ülkelerde ayrışmayı körüklemişler, bunu bazen "İnsan Hakları" adına, bazen "Küreselleşme", bazen de ekonomik yardımlarının şartı olarak dayatmışlardır.
Batı sömürgeciliği bu politikayı her ülkenin özel durumuna uyarlamıştır. Araplar arasında aşiret, mezhep ,hanedanlık... gibi konuları öne çıkarırken, Güney Asya'da din ve mezhepleri, Türkiye'de ise etnik farklılıkları ileri çıkarmıştır. İşte bu noktada vaktiyle gayrımüslim unsurlardan olan Rum ve Ermenileri kullandığı gibi şimdi de Kürtleri kullanmayı denemektedir. Zaman zaman "Laik-Şeriatçı" kışkırtması da yaptığını bildiğimiz batı emperyalizmi, burada başarılı olamayacağını anlayınca, etnik duyarlılık taşıyan alanlara girmiş ve şimdilik Kürtleri kullanılabilir bir alan olarak keşfetmiş bulunmaktadır. Eğer burada başarılı olabilirse başta Çerkezler olmak üzere diğer gruplar üzerine de yönelecektir. Bu kesindir. Öyleyse ne yapmak ya da nasıl karşılık vermek gerekir?
Hemen belirtelim ki, burada en büyük sorumluluk Kürt aydınlarına düşmektedir. 23 Nisan 1920 tarihinden itibaren T.B.M.M içinde diğer gruplarla da birlikte her çeşit ayrım ve dışlama duygu ve düşüncesinden uzak, Türklerle bir ve beraber olarak yer alan Kürtler, aradan geçen uzun zaman içinde Türkiye'nin kalkınmasında Türkiye Cumhuriyetinin şerefli vatandaşları olmanın haklı gururunu taşımışlardır. Yüzlerce Kürt genci üniversitelerden "Türkçe Öğretmeni" ve "Türk Tarihi" öğretmeni unvanıyla mezun olmuştur. Yurdun her köşesinde onların yaptığı hizmetler vardır. Parlamentoda, orduda, üniversitelerde, mahkemelerde, bankalarda, kısacası her alanda ve her meslekte Türk meslektaşlarıyla birlikte önemli sorumluluklar üstlenmişler, önemli hizmetler yapmaktadırlar. Eğer çevreye bir göz atacak olurlarsa ne İran'da ne Irak'da ne de Suriye'de bu güne kadar böyle bir imkan bulamadıklarını ve her yerde "Azınlık" muamelesi gördüklerini göreceklerdir. İşte bu vaziyeti anlatması gerekenlerin başında Kürt aydınları gelmektedir. Zira başkalarının anlattıklarının "Propaganda" olarak nitelenerek etkisiz kılınması ihtimali vardır.
Diğer bir husus da, Kürt halkın yukarıda da izah edildiği gibi, "Türk Milleti'ni meydana getiren önemli bir unsur" olarak Türkiye'nin her tarafına yayılmış olması ve Büyük Millet ile karışıp kaynaşmış olmasıdır. Anadolu'nun her köşesinde yaşayan ve yaşamakta olan Kürtleri her hangi bir bölgeye toplamak ve orada adeta tecrit etmek imkansız olduğuna göre - bunu düşünmek bile akla zarar verir - başta İstanbul olmak üzere Türkiye'nin her köşesinde yaşayan Kürtler, Türkiye'den ayrılma sonucunu doğuracak olan siyasal hareketleri destekleyebilirler mi?
Yakın tarihin şu acı gerçeğini de her şeye rağmen unutmamak gerekir:
Müslüman Türkler, Anadolu'ya geldiklerinde Ermeni ve Rumlarla karşılaştılar. Bizans devleti idaresinde yaşayan bu halklar 1075 tarihinden itibaren hemen hemen bütünüyle Türk idaresine girdi. Türklerin Ermeni ve Rumlarla ortak hayatları yaklaşık 850 sene devam etti. Fakat Türklerle Rum ve Ermeniler asla karışıp kaynaşmadılar. Homojen bir topluluk meydana getiremediler. Bunda en büyük faktör, muhakkak uygulanan "Dine Dayalı Hukuk Sistemi" idi. "Şahsî Hukuk Sistemi" olarak da adlandırılan bu sistem, halkın birbiriyle karışıp kaynaşmasını engellemektedir. Zira bu durumda halk, - Devlet tarafından- dinî gruplar halinde organize edilmiş oluyor ve bir birleriyle karışıp kaynaşması engelleniyor. Tabir yerindeyse, su ile zeytinyağı gibi iç içe bulunuyor fakat bir birlerine karışmıyor. Cumhuriyet idaresi bu sistemi değiştirmiş ve Mülkî Hukuk Sistemini uygulamıştır. Vatandaşlarını (Adı Türk'tür) dinlerine ya da başka bir şahsî özelliklerine göre değil de vatandaşlık esasına göre organize etmiştir. Kısaca "Laiklik" olarak bilinen bu sistemde bireyler (Vatandaşlar) din, mezhep, ırk, cinsiyet...vb. özelliklerinden dolayı üstün veya zayıf olmazlar. Toplum tabakaları bu özelliklere göre oluşmaz. Vatandaşların toplum içindeki yeri yeteneği, çalışması, gayreti, devlete bağlılığı ve hizmetiyle belirlenir. Böylece halkın karışıp kaynaşması kolaylaşmış olur. Bu sistemin sonucunda üst kimlik (Türk Kimliği) oluşmuştur. Fakat Türkiye'nin dünya siyasetine yön verebilecek Jeopolitik konumu, tarih boyunca olduğu gibi bu gün de sömürgecilerin ilgisini çekmeye devam etmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nin Ortadoğu'da sahneye koyduğu oyunun bazı bölümleri muhakkak Türkiye'de sahneye konulacaktır. Bu gün olmazsa yarın. Bu muhakkak denenecektir. Piyon tespit edilmiştir: Kürtler! Eğer bu oyun bozulmazsa kesinlikle Tarih tekerrür edecek ve Türkiye toprakları üzerinde bir hesaplaşma yaşanacaktır.
850 sene Türklerle beraber yaşayan Rum ve Ermeniler, 20 yüzyılın başlarında Batılı sömürgecilerin bağımsızlık vaatlerine kanarak, onlardan aldıkları silahla Türk komşularını öldürmüşler, kendi devletlerine baş kaldırmışlar, kendi doğup büyüdükleri toprakların işgaline yardım etmişler, işgalcilerle iş birliği yapmışlardı. Sonunda ihanetlerinin bedelini ödediler ve asırlardan beri yaşadıkları toprakları terk ettiler. Ermeniler de Rumlar da Türklere çok acı çektirmişlerdi, kendileri de çok acı çektiler. Bu oyun şu anda Irak'da gösterimdedir. Bir müddet sonra Amerikan işgal güçleri Irak'ı terk edecek ve Irak'da Araplarla Kürtler bir hesaplaşma dönemi yaşayacaklardır. Sonunda, ya 16 Milyon nüfuslu Araplar ve Türkler, ya da 3.5 milyon nüfuslu Kürtler Irak'ı terk edeceklerdir. Artık birlikte yaşama şanslarını yitirmişlerdir.
Türkiye'ye gelince, nüfusun sadece % 8 ini teşkil eden Kürtlerin bütün dünyayı da arkalarına alsalar Türkiye'den bir parça koparmaları söz konusu değildir. Kaldı ki, Türkiye'de ayrılık davası güden Kürtlerin sayısı, Kürt nüfusun % 10 bile değildir. Şunu bir kere daha tekrar etmekte yarar vardır: Türkiye'de Türk ve Kürt kaderlerini birleştirmiş, müttehit ve mütecanis bir topluluk oluşturmuşlardır. Bir tek eksik vardır ki, böyle düşünen Kürt aydınları, iş adamları ve politikacıları bu gerçeği yüksek sesle haykırmıyorlar. Onların suskunluğu bölücüler tarafından başka türlü tefsir ediliyor. Oysa devletimiz ( Türkiye Cumhuriyeti) kurulurken bu günkü ayrılıkçı ve bölücülerin dedeleri Kürt Aşiret Beyleri, İngilizlerin "Kürtler ayrı bir millettir..." şeklindeki iddialarına şiddetle karşı çıkmışlar ve Ankara'ya çektikleri telgraflarda bunu açık seçik dile getirmişlerdir. Biz buraya bu telgraflardan sadece bir tanesini alıyoruz. Türk ve Kürt'ün birbirinden ayrılamayacağını anlatan bu telgraftaki ifadelerin bu günkü Kürt Gençliği için bir vasiyetname hükmünde olması lazımdır. Bu telgrafı yazarak o zaman Ankara'ya yollayan Kürt Aşiret Beyleri ile âlim ve eşrafı, gelecek zamanlarda da Avrupalıların Türkiye üzerindeki oyunlarının süreceğini görmüş olmalılar ki, "Kürtlerinin mukadderatının Türklerle aynı" olduğunu vurgulayan belgeyi tarihe geçirmişlerdir:


Ankara'da Büyük Millet Meclis-i Riyaset-i Celilesine

Kürtler küçük lokmanın pek kolay yutulacağını vaktinden çok evvel anlamışlardır. Türk Birliği'nden ayrılmak zihniyetinde bulunanları Kürtler kendi milletlerinden addetmezler. Kürtlerin mukadderatı Türk'ün mukadderatı ile tevemdir (ikizdir). Biz Kürtler Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinden başka halaskâr beklemediğimiz gibi Düvel-i İtilafiye'den (Avrupalı Devletler) merhamet dilenmeye tenezzül etmiyoruz. Misak-ı Millî dahilinde sulh akdedilmesini teminen bütün varlığımızla hükümetimize müzaheret edeceğimizi (Yardımcı olacağımızı), Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti dahilinde Kürtlüğün ayrı bir unsur olarak telakkisini hiçbir zaman işitmek istemediğimizi arz ile, muvaffakiyetler temenni ve takdim-i tâzimat eyleriz

İzoli Aşireti Reisi :Hacı Fiya Sebati
Deyükan Aşireti Reisi :Hüseyin
Cürdi Aşireti Reisi :Mehmet
Bariçkan Aşireti Reisi :Halil
Bükler Aşireti Reisi :Hüseyin
Aluçlu Aşireti Reisi : Mehmet
Zeyve Aşireti Reisi :Halil

Ülema-yı Ekrattan : Hafız Mehmet
Ülema-yı Ekrattan :Bekir Sıtkı
Ülema-yı Ekrattan :Rüşdü
Eşraf-ı Ekrattan :Hüseyin
Eşraf-ı Ekrattan :Zebuhlu Halil
Eşraf-ı Ekrattan :İzdelili Fehim
Eşraftan :Bulutlu İbrahim
Eşraftan : Sadık

Yukarıdaki alıntılardan da açıkça görüleceği gibi, devletimiz (Türkiye Cumhuriyeti) yeniden kurulurken ne Meclisde bulunan Kürt milletvekilleri ne de Anadolunun çeşitli şehir ve bölgelerinde yaşayan ve Kürtçe konuşan insanların bir itirazları olmadığı gibi tam aksine Avrupalı devletlerin Türkiye'deki Kürtler hakkında söylediklerine de şiddetle karşı çıkmışlardır.. Bu da açıkça göstermektedir ki, Mustafa Kemal'in önderliğinde kazanılan zaferler ve buna dayalı olarak devletimizin yeniden kurulması sürecinde "Türkiye" ismine de "Türk" ismine de kimsenin itirazı olmamıştır. Zira Türkçe konuşmayan insanlar da çok iyi bilmektedirler ki, Türkiye Devleti (daha sonra Türkiye Cumhuriyeti) Misak-ı Millî sınırları içinde devleti ve milletiyle bölünmez (Bölünemez) bir bütündür. Milleti meydana getiren unsurların içinde farklı dil ve lehçeler konuşan insanlar da, farklı dini inanç ve düşünceleri olan insanlar da bir birlerinden asla ayrılamazlar.Çünkü onların kaderleri bir ve beraberdir.

Sonuç

Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'ı yeniden yapılandırmak adına işgal ederek yeni bir sömürge ve sömürgecilik modeli oluşturması, önümüzdeki yıllarda bölgede benzer gelişmelerin olacağını göstermektedir. Şimdilik ilk akla gelen Irak benzeri bir senaryonun Lübnan, Suriye ve İran'da sahneye konulmak isteneceğidir. Türkiye bu oyunun aktörleri içinde yoktur. Fakat şurası çok önemlidir ki, Türkiye'yi de bu oyunun içine çekmek isteyen odaklar mevcuttur. İlk deneme Kürtler üzerinde yapılmaktadır. Bilindiği gibi Irak'ın yeniden yapılandırılmasında Kürtlere önemli mevki ve makamlar verilmiştir. Buna özenenler Türkiye'de de çıkabilir. Fakat unutmamak lazımdır ki, Amasya Tamimi'nin yayınlandığı tarihten bu yana Türkiye'de Türk-Kürt ayrımı yoktur, eğer Kürtler Batı'nın oyununa gelmezlerse, asla da olmayacaktır. Zira, Türkiye'nin üzerinde yükseldiği Temel Hukuku, ırk,din, mezhep vs. gibi kişisel özellikleri esas alan "Şahsî Hukuk Sistemi"ni değil, vatandaşlığı esas alan "Mülkî Hukuk Sistemi"ne dayanmaktadır. Bu sistemde bireyler şahsî özelliklerine göre değil, vatandaşlık özelliklerine göre hak ve yükümlülük sahibi olurlar. Türkiye Osmanlı'dan devraldığı Şahsî Hukuk sistemini 1920 yılından itibaren adım adım terk etmiş ve 1934 yılında, son olarak cinsiyet ayrımını da hukukundan çıkararak tam olarak "Mülkî Hukuk Sistemi" ne geçmiştir. Bu sistemde vatandaşları ırk, din, mezhep, cinsiyet, etnik köken vb. özelliklerinden dolayı tasnife tabi tutmak ve ona göre hak ve yükümlülükler tayin etmek yoktur. İşte Kürtlerin yaşadığı diğer ülkelerle Türkiye'nin farkı buradadır. Kürtler ne Irak'da, ne Suriye'de ne de İran'da Türkiye'de olduğu kadar homojen bir yurttaş olabilmişlerdir. Bundan dolayı Irak'da Araplar'a, İran'da da Farslar'a ve mezhep olarak da Şia'ya üstünlük tanıyan yasal mevzuattan Kürtler her zaman şikayet etmişlerdir. Fakat Türkiye'de böyle bir mevzuat olmadığı gibi devletin hiçbir kurumu böyle bir düşünce içinde değildir ve de olamaz. Zira Anayasa buna engeldir.
Cumhuriyetin en büyük çağdaşlaşma projesi, akıl ve ilmi rehber edinmiş, çağdaş medeniyet seviyesini hedef almış, kaderde, kıvançta ve tasada müşterek, birlik halinde ve uyum içinde (Müttehit ve Mütecanis) bir toplum meydana getirmektir. Türkiye'nin komşu ülkelerinde etnik ve dinî mülahazalarla yaşanan iç karışıklıkları ve huzursuzlukları gördükten sonra Büyük Önder Atatürk'ün yıllar öncesinde uygulamaya koyduğu hukuk ve siyaset sistemlerinin "Milletleşme" olgusunun gerçekleşmesinde ne kadar önemli olduğu bir kere daha anlaşılmıştır. Laik Hukuk sayesinde, milleti meydana getiren bireylerin ırk, din, mezhep gibi şahsî özelliklerinden dolayı bir birlerinden üstün veya zayıf olmayacağı ve vatandaşların hukuk karşısında eşit hak ve yükümlülükler taşıyacağını kabul eden ve bundan dolayı da "Türkiye Devletini kuran halka Türk Halkı denir" diyen Mustafa Kemal'i her zaman doğru anlamamız gerektiğini bir kere daha görmüş oluyoruz.

http://www.durmusyilmaz.com/icerikoku.asp?ids=82