rtu?.jpgFilistin, her karış toprağında peygamberlerin hatırasını taşıyan bir İslâm beldesidir. Giriş yazımızda isimlerini andığımız peygamberlere ek olarak, Hz. İbrahim a.s. da bu beldeyi gören, burada yaşayan ve hatta kendisine izafetle koskoca bir kentin kurulduğu (el-Halil) bir mübarek simadır. Ve elbette Mirac’a buradan yükselen Sevgililer Sevgilisi Hz. Muhammed s.a.v. de buraya uğramıştır. Hem de burada o koskoca peygamber ordusu bir cemaate imamlık yapmak suretiyle geçmiştir bu mübarek beldeden. Sadece neredeyse bütün peygamberlerin gelip geçmiş olmasından dolayı değil, aynı zamanda kutsiyeti Kur’an tarafından beyan ve tasdik edilmiş olmak bakımından gerçekten mübarek bir bölgedir. Onun için bütün din mensuplarınca, yahudiler, hıristiyanlar ve müslümanlarca daima kutsal sayılmış ve bu topraklara tarih boyunca özel önem verilmiştir.
İslâm’ın buralara verdiği önem ise hepsinden farklıdır. Zira Kudüs’teki Mescid-i Aksa müslümanların ilk kıblesidir. Dolayısıyla sırf bu açıdan ayrı bir değer taşımaktadır. Filistin ve özellikle de Filistin’in kalbi olan Kudüs, İslâm tarihinin başından bu yana müslümanlar için kutsaldır. Müslümanların Filistin’i kutsal görmeleri -hıristiyan ve yahudilerin aksine- bölgeye barış ve huzur getirmelerine vesile olmuştur.
Filistin’de İslâm adaleti


Nitekim Kudüs’ün ve Filistin topraklarının İslâm açısından taşıdığı değer ve kutsiyetten dolayı Medine’de kurulan İslâm devletinin sınırları kuzeye doğru genişlemeye başlayınca, müslümanlar derhal Filistin topraklarına yöneldiler.
Bu yönelişin ilki Hz. Ebu Bekir r.a. zamanında oldu. Filistin üzerine m. 633’te iki küçük birlik gönderildi. Bu birlikler önemli başarılar gösterdiler. Daha sonra İslâm ordusunun Remle yakınlarında Bizans ordusuna karşı kazandığı zaferle Kudüs dışındaki bütün Filistin toprakları fethedildi (634). Kudüs’ün fethi ise ikinci halife Hz. Ömer r.a. döneminde gerçekleşti (638). Bu fetihten sonra Kudüs ve çevresi 1097’ye kadar yaklaşık 4,5 asır müslümanların hakimiyetinde kaldı. Hem de şanla, şerefle, huzur ve barış içinde… Hiçbir din mensubunun burnu kanamadan… Hiç kimse hiç kimseye zulmetmeden, haksızlık yapmadan… Fetih sırasında gördüğü adalet timsali manzara karşısında Kudüs’ün artık bir daha geri dönmemecesine ellerinden çıktığını yakinen kavrayan patrik Sophronius’un öngörüsü doğru çıkmıştı.
Ne olduysa oldu. Belki de devrin müslümanlarının inanç ve yaşantısındaki birtakım yanlışlıklar sonucu, belki de mücerret imtihan vesilesi olsun diye 1097’de Haçlı ordularının kırk gün süren şiddetli kuşatmaları sonunda bu kutsal belde uzun asırların ardından yeniden hıristiyanların eline geçti.

Haçlı zulmü


Olay şöyle gelişti. Filistin’de her üç dinin mensupları barış ve huzur içinde yaşarken, Avrupa’daki hıristiyanlar bir “Haçlı” seferi düzenlemeye karar verdiler. Papa İkinci Urban’ın 25 Kasım 1095’te Clermont Konseyi’nde yaptığı çağrı ile, “Kutsal toprakları müslümanlardan kurtarmak” kamuflajı altında Doğu’nun efsanevi zenginliğini yağmalamak gayesiyle Avrupa’nın dört bir yanından toplanmış 100 binin üzerinde gözü dönmüş savaşçı Filistin’e doğru yola koyuldu. Uzun ve yıpratıcı bir seferden ve yol boyunca uğradıkları İslâm diyarlarında pek çok yağma ve katliamdan sonra 1099 yılında Kudüs’e ulaştılar. Yaklaşık 5 hafta süren uzun bir kuşatmanın ardından şehir düştü ve Haçlılar kente girdiler.
Haçlılar Kudüs’ü işgal ettikten sonra şehirde bir hafta katliam yaptılar ve dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet sergilediler. Şehirdeki tüm müslümanları ve yahudileri kılıçtan geçirdiler. Bir tarihçinin ifadesiyle “Buldukları tüm Arapları ve Türkleri öldürdüler… Erkek veya kadın, hepsini katlettiler.” (Gesta Francorum Et Aliorum Hierosolimitanorum: The Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to Jerusalem, ed.: Rosalind Hill, London, 1962, p. 91) Bu katliamda müslümanlardan 40-70 bin kişinin öldürüldüğü kayıt altına alınmıştır.
Haçlılardan biri, Raymund of Aguiles, bu vahşeti üstelik utanmadan “övünerek” şöyle anlatıyordu: “Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları -ki bunlar en merhametlileriydi- düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı’nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı’nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu.” (August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants, Pinceton & London, 1921, p. 261)
Evet; Kudüs’te o şanlı şerefli, adalet dolu günler geride kalmıştı. Bundan böyle söz artık zulümdeydi.

Eyyubîler ve Osmanlı


Ancak Filistin’e vahşet getiren Haçlıların ömrü fazla uzun olmayacaktı. Ortadoğu’daki tüm müslüman emirlikleri birleştiren Selahaddin Eyyubî, Hıttin Savaşı’nda tüm Haçlı ordusunu bozguna uğrattı (1187).
Haçlılar, 88 yıl önce Kudüs’te müslümanlara yönelik katliamın aynısının bu defa Selahaddin Eyyubî tarafından kendilerine yapılacağı korkusu içindeydiler. Fakat hiçbiri en ufak bir zarar görmedi. Dahası, ‘Haçlı’ kimliğine sahip olmayan Ortodokslara şehirde yaşama ve diledikleri gibi ibadet etme imkanı tanındı.
Müslüman Kudüs Fatihi, bir batılı tarihçinin ifadesiyle “Kur’an’da emredilmiş olduğu gibi şiddetten kaçındı. 1099 yılındaki katliamların öcünü almaya kalkmadı. Tek bir hıristiyan öldürülmedi, hiçbir yağma yapılmadı. Esirleri serbest bırakmak için istenen fidyeler ise son derece düşük tutuldu. Kur’an’da emredildiği gibi, esirlerin çoğunu da hiçbir fidye almadan serbest bıraktı. Selahaddin’in kardeşi El-Adil, bin kadar esirin kendi hizmetine verilmesini istedi ve sonra hepsini acınacak durumda olduklarını gördüğü için karşılıksız olarak serbest bıraktı. Şehirdeki zengin hıristiyanlar, değerli eşyalarını yüklenerek çıktılar. Oysa ellerindeki para, şehirdeki tüm savaş esirlerinin fidyesini ödemeye fazlasıyla yetiyordu. Başrahip Heraclius, herkes gibi 10 dinarlık fidyesini ödedi, sonra da şehri hazinelerle dolu arabalarla terk etti.” (Karen Armstrong, Holy War, p. 185)
Haçlıların Kudüs üzerindeki ikinci hakimiyetleri, bir ara Mısır hükümdarlığı yapan İsa el-Kâmil’in 1243’te Kudüs’ü, kendisine ve kardeşine yardımcı olan Bizans imparatoruna hediye etmesiyle gerçekleşti. Ancak bu hediye olayının üzerinden birkaç ay geçmeden müslümanlar, Necmeddin el-Eyyub’un komutasında Kudüs’ü geri almayı başardılar.
16. yüzyılın ilk çeyreğinde bu kutsal diyar, yeni bir güçlü koruyucuya ve saadetinin üçüncü altın dilimine nail olacaktı: Osmanlı… Yavuz Sultan Selim’in 1516’da gerçekleştirdiği Mısır seferi sonrasında Kudüs ve Filistin Osmanlı devletine bağlandı. 1918 İngiliz işgaline kadar da Osmanlı yönetiminde kaldı. 1514 yılında Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’ü ve civarını fethi ile birlikte, Filistin’de yaklaşık 400 yıl sürecek Osmanlı yönetimi başladı. Bu dönem, Filistin’de de barışı, istikrarı ve farklı inançtaki insanların birbirine saygı gösterdiği bir huzur ortamı içinde yaşamasını sağladı.

Son dönem


Bu durum, İngilizlerin 1918’de Filistin topraklarını işgal etmelerine kadar sürdü. Şerif Hüseyin’in yabancı güçlerin oyununa gelmesiyle gelişen olaylar, İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Belfour tarafından Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurdurulacağına dair bir deklarasyon yayınlamasına kadar vardı (1917). Nitekim çok geçmeden İngilizler Filistin topraklarını işgal ettiler. İşgal, 24 Temmuz 1922 tarihinde Milletler Cemiyeti’nce onaylandı ve Filistin toprakları resmen İngilizlerin vesayetine girmiş oldu.
İngiliz işgalinden sonra yahudilerin Filistin topraklarına göçü de hızlandı. İşgal yönetimi yahudilerin bu topraklara yerleşebilmeleri için her türlü imkanı hazırlıyordu. Bunun yanı sıra işgalle birlikte katliamlar, sürgünler ve haksızlıklar da başladı. İngiliz işgalciler bir yandan müslümanları öldürerek mülklerini ellerinden alırken, diğer yandan yahudilerin mülk edinmelerini ve yerleşimini kolaylaştırıyorlardı.
Filistinli müslümanlar işgal yönetimine ve yahudi göçüne karşı ellerinden geldiğince mücadele ettiler. Bu doğrultuda zaman zaman ayaklanmalar gerçekleştirildi. Filistinliler davalarını teşkilatlı biçimde sürdürebilmek için birtakım kuruluşlar da tesis ettiler. Artık müslümanları büyük bir mücadele bekliyordu. Mücadele hâlâ sürmektedir.
Olaylar bundan sonra İsrail devletinin kuruluşu ile sonuçlanacak şekilde şöylece gelişmiştir. İlk etapta İngilizler yerlerine yahudileri bırakarak Filistin’den çekilmeye başladılar (1947). Bunun hemen arkasından yahudiler kendi devletlerini kurabilmek için bir iç çatışma başlattılar. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1947’de Filistin topraklarının Araplarla yahudiler arasında paylaştırılmasına dair bir karar aldı. 181 sayılı bu karar Filistin topraklarının yüzde 55’ini ve verimli kısımlarını yahudilere, genellikle verimsiz ve çölden ibaret yüzde 45’ini ise Araplara veriyordu. Yahudilerin çıkardıkları tedhiş olayları ve iç savaş sebebiyle İngilizler Filistin topraklarından tamamen çekildiler (1948). Bunun ardından yahudiler BM’in kendilerine verdiği toprakların üçte biri oranında daha toprak işgal ederek 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kuruluş deklarasyonunu yayınladılar. İsrail’in kuruluşu ve bu kuruluşun 181 sayılı BM Genel Kurulu kararına dayandırılmasıyla yüz binlerce Filistinli Arap evsiz, mülteci durumuna sokuldu.
Filistinlilere yapılan zulüm ve işkencelerin yanı sıra İsrail’in elli yılını henüz yeni doldurmuş tarihinde altı büyük savaş vardır. 1948’de İsrail’in kuruluşuyla birlikte patlak veren ilk savaş, 1956’da bu ülkenin Fransa ve İngiltere’nin desteğiyle Mısır’a karşı açtığı ikinci savaş, 1967’de ABD desteğinde Mısır, Suriye ve Ürdün’e karşı gerçekleştirilen üçüncü savaş, 1968’de Ürdün’e saldırıyla başlayan dördüncü savaş, 1973’te İsrail tarafından başlatılan ve beşinci sırayı işgal eden Arap-İsrail savaşı, altıncısı da 1982 Lübnan işgalidir. Ve en son 2006 yılının Temmuz ayında başlatılan işgal girişimi… Bu ülkenin tek taraflı olarak komşularına karşı saldırıları da eklenince savaşsız bir gününün bile geçmediği söylenebilir.
Fakat şurası kesindir, zulüm asla baki kalmaz, bir gün mutlaka sona erer. Yapılansa hiç kimsenin yanına kâr kalmaz, ama bugün ama