Savaşmadan Yenilmek ve AKP'nin Cemaat Ordusu




“Savaşmadan yenilmek” ne anlama gelir?

Bir ülkenin güvenliğinden, ulusal bütünlüğünden ve ulusun yaşamından sorumlu olan ordunun ‘savaş’ algılaması nedir?

Peki ya bu ordu için ‘yenilmek’ nedir?

Ordunun mensupları (muvazzaf ya da emekli) ordunun bağımsızlık ruhundan bağımsız bir ruha sahip olabilir mi? Emperyalizmin hizmetkarı olan “ayrıksı ot”ları dışında hemen tamamı ülkesi ve ulusu için bedenini, beynini, ailesini, ruhunu vermeye hazır olan kurtuluş savaşı ordusu, o koşullarda teslim olmadığı kuvayi inzibatiyeye şimdi mi teslim oldu?

Bunun anlamı nedir?

Arkasında hangi akıl, hangi mantık, hangi ruh hali, hangi sıfat vardır? Gücünü halkından alan, tekalif-i milliye emirleriyle beslenen bu ordu nasıl oluyor da her şeyini teslim ediyor?

Genç subaylar, komutanlarından kurtuldukları için mi rahatsız değiller artık? O genç subaylar, koğuşlarda, odalarında, eğitim alanlarında, görevlerinde, tüm yaşam alanlarında nasıl bir ruh hali içindeler? İleri demokrasi olarak adlandırılan ‘faşizm’in etkisine karşı tepkileri neden sıfır noktasında? Bu nasıl bir karmaşadır? Bu nasıl bir ülkedir? Tükeniyoruz…

29 Temmuz’da yaşanan, Jandarma Genel Komutanı Necdet üzel dışındaki tüm kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı’nın istifa etmesi olayı herkes tarafından, demokratik koşullar çerçevesinde, ileri demokratik gerekler çerçevesinde değerlendirildi!

Yine tabii ki birkaç gerçekleri görebilen yazar dışında! Peki gerçekten neler oluyor!

“Türkiye Baharı” Yaşatmak İçin Düğmeye Kimler Basıyor!

Ortadoğu’da yaşanan ‘Arap Baharı’ olarak nitelenen süreç, Türkiye’de ücalan dahil bir çok PKK üst yöneticisi tarafından dikkatle izlendi ve Türkiye’ye karşı, Kürtlerin demokratik özerklik talebinin karşılanmaması halinde böyle bir ayaklanma olabileceği tehditleriyle kamuoyu sürece hazırlandı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eylemci genç muhaliflerle buluşarak sürece destek verdiğini göstermesi ve AKP’nin Hatay’da Suriyeli muhaliflere kucak açması; Türkiye’yi, yeniden yapılandırılan Ortadoğu’da çıplak güç ilişkilerinde, oyun kurucu Amerikan-İsrail tarafında olmaya itmiştir. Antalya’da toplanan Suriyeli muhaliflerin, somut öneri olarak Suriye'nin Türkiye'yle sınırına yakın bölgede "kurtarılmış bölge"yaratma ve buraya Suriye silahlı kuvvetlerini sokmama önerisinde bulunmaları[1], demokratik açılımın bir göstergesi olarak değerlendiriliyordu. Dış politikada AKP’nin Amerikan yörüngesinde seyretmesi, Amerikan merkezli demokratik açılımın ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir gereği olarak dikkat çekiyordu.

Mart ayında CIA başkanı Leon Panetta, Ankara’ya geldiği, ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la, hükümet yetkilileriyle ve Genelkurmay yetkilileriyle bir araya geldiği, tüm ortadoğu karmaşası yaşanırken gündeme bomba gibi düşüyordu.

Toplantıda, Suriye’nin ‘kritik eşik’te olduğu, Suriye’de rejim değişikliği olacağı, Türkiye İsrail ilişkileri, Türkiye, ABD ve Irak arasında istihbarat paylaşımı yapılacağı, PKK’nın faaliyetleri değerlendirilmişti.[2]

Leon Panetta aslında sadece Türk yetkililerle görüşmemişti. ABD’nin Ankara büyükelçiliğinde, Suriye muhalefetinden 8 temsilciyle toplantı yapmıştı.

Suriye Müslüman Kardeşler lideri Ali El Beyanuni, Gazeteci Ali Ferzat, Dokto rümer Ebu Seyid, Hafız Esad’ın sürgündeki kardeşi Rıfat Esad, Riyad El Türk, Suriye İnsan Hakları örgütü Başkanı Amar Kureybi, Suriye Reform Partisi adına Ferit El Gadiri, Suriye Kürt topluluğu adına Viyan Muhammed Shafia, Suriye Ulema Heyeti Başkanı şeyh Afif El Nabilsi’nin temsilcisi.

Toplantıda,

“sivillere sihal dağıtılacak, zorunlu hallerde kullanılacak. Suriye ordusuyla el altından yakınlık kurulacak. Cuma namazlarına büyük kitlelerin katılması sağlanacak. Bu konuda bütün muhalif güçlerin işbirliği yapması”[3]

kararlaştırılıyordu. Avrupa’nın bu sürece desteği de gün yüzüne çıkmıştı. Almanya’nın Dortmund kentinde bir araya gelen Suriye’de faaliyet gösteren Kürt partileri, ortak hareket etme kararı aldı. 11 parti temsilcisinin katıldığı 2 günlük konferansın ardından “Suriye Kürt Partileri Koalisyonu” adıyla çatı örgüt kuruldu.[4]

Konferansta Suriye’deki gelişmelerin yanı sıra Arap, Durzi, Ermeni, Türkmen, Asuri ve üerkes halklarının da örgütlenerek ayaklanmaya katkıları konusunda istişarelerde bulunuldu. Ortadoğu’da salt bir Kürt-Arap ayaklanması değil, tüm etnik unsurların taleplerini karşılayabilecek emperyalist kukla bir yönetim gereksinimi açıktan açığa olmasa da talep edilmekteydi.

Amerikan Bürokrasisi ve Ajanları Türkiye’de Cirit Atıyor!
Temmuz ayında yaşanan Amerikan bürokratik çevreleri (CIA ajanları olarak anlayın) Türkiye’ye bir çok ziyaretler gerçekleştirmişti.

Bilinen isimlerse şöyle: Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, CIA Başkanı David Petraeus, Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, Türk-Amerikan Konseyi Başkanı emekli büyükelçi Richard Armitage, Amerika Genelkurmay 2. BaşkanıJames Cartwright, Amerikan senatörleri John McCain, Joe Lieberman ve Graham Lindse..[5]

İkili gizli görüşmeler, yapılan toplantılar, perde arkası anlaşmalar/uzlaşmalar neye işaret etmekteydi ve amaçlananlar nelerdi? Bunları, Libya’daki NATO müdahalesine destek veren bir Türkiye’de başkaca ‘ayarlar’ mı gerekiyordu.

Elbette ki, Suriye’nin durumu, iç kargaşayı örgütleyen Soros’un patronlarının amacı, Türkiye-Suriye arasındaki tampon bölgenin oluşturulmasını sağlayarak, Suriye güvenliğini tehdit eden halk ayaklanmasının örgütlenmesinde mülteci sığınmalarında öncü olacaktı. Mülteci, ayaklanmacı, demokrasi talebiyle tüm dünya kamuoyunu ilgilendiren bu süreçte, Türkiye bu yapay eylemcilerin örgütleyicileriyle, ilkin İstanbul’da ve son olarak da Antalya’da bir dizi görüşmeler yapmışlardı.

Toplantıların sonuç bildirgesinde şiddetin sona ermesini isteyen isyancılar, daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi istiyorlardı. Emperyal merkezlerin güdümünde bir Ortadoğu için halk galeyana getirilmiş ve gündem bu emperyal hesaplar üzerinden belirlenmekteydi.

Türkiye’de yapılan seçimlerin ardından, DTP/DTK/PKK gibi bölücü örgütler,“demokratik özerkliklerini” ilan edecek denli, ileri demokratik amaçlara bürünmüşlerdi. 31 yıl sonra Türkiye’ye dönen, AKP’nin KCK operasyonlarıyla ehlileştirmeye çalıştığı PKK ve DTP yöneticilerinde etkisini oluşturabilecek birini, Kemal Burkay’ı getirmeyi başarmıştı. İmralı’daki ücalan da, “artık benim yapacaklarım tükendi” demekteydi. Kemal Burkay, ülkeye gelir gelmez AKP kadrolarıyla samimi anlar yaşadı ve yüklenen misyonun gerekleri için hazırlıklarına başladı.

Türkiye’de seçim sonrası çok tartışılan ve Türk Devlet yapısını, erkler ayrılığını, TSK’yı ve Cumhuriyet değerlerini ortadan kaldırmayı amaçlayan “sivil anayasa”çalışmalarım üzerine yapılan Amerikan temsilcilerinin ziyaretleri ayrıca anlam kazanmakta. AKP’yle, muhalefetle, siyasilerle, askeri yetkililerle yapılan görüşmeler dikkatleri Amerikan demokrasisine hazırlanan bir Türkiye profilinin tasarımı olarak değerlendirilmelidir.

NATO’nun kara operasyonlarını, istihbaratını yöneteceği merkezi İzmir’e taşıyacak olmasına bağlı olarak, füze kalkanı projesi, KKTC’den Türk Askerinin çıkarılması ve Türk liman ve hava alanlarının Rumlara açılması ve Türkiye’nin Irak işgalinde, PKK teröründe ne gibi taktik ve stratejiler izleyeceği gibi konuların tartışıldığı da kamuoyunun dikkatinde.

Bu koşullarda, Abdullah Gül, Soros’un finansmanını sağladığı “25 Ocak Tahrir Gençlik Liderleri”ni Tarabya Köşkü’nün bahçesinde, zafer işretleriyle poz veren örgütlü gençlik karşısında beyaz barış gülleriyle poz vermekteydi.[6]

Rol alanı genişlemişti. Bu arada Erbil’de toplanması kararlaştırılan Kürt Ulusal Konferansı’nın hedefi “4 parça 1 çatı” olarak açıklanmaktaydı. DTK EşbaşkanıAhmet Türk, BDP Eşbaşkanı Hamit Geylani, HAKPAR Genel Başkanı Bayram Bozyel, KADEP eski Genel Başkanı şerafettin Elçi ve beraberindeki heyetle Mesut Barzani ve Başbakan Behram Salih’le görüşmeler yapılmış ve amaç“AKP himayesinde Kürdistan”[7] tartışmalarını yaratmıştır.

Suriyeli muhalifler, Soros ayaklanmacıları Ortadoğu’da emperyalizmin taleplerini dillendirirken, PKK cephesi de boş durmuyor, yeni düzenlemede Irak’ın kuzeyine, Barzani’ye selam gönderiyordu. Karayılan, Neçirvan Barzani’nin tavrının olumlu olduğunu düşündüğünü vurguluyordu. Neçirvan Barzani, Hasan Cemal aracılığıyla Türkiye’ye şu önerileri getirmekteydi:

"Artık Ankara’nın ‘PKK realitesini görerek, bu realiteyi kabul ederek barışı planlaması, Ankara’da devletin çok değil, bu gün artık ‘tek başlı’ davranması, PKK’nın esas liderinin İmralı’da hapis bulunduğu gerçeğinin bir an bile gözden kaçırılmaması, ücalan’ın İmralı koşullarının barış kapısının açılmasındaki büyük önemine göre kısa vadeli adımlar atılması, orta ve uzun vadenin planlanması, Elbette Hatip Dicle’nin, KCK tutuklusu bağımsız milletvekillerinin durumu ve genel olarak KCK tutukluları konusunda olumlu gelişmeler kaydedilmesi, 10 bin kişinin yaşadığı Mahmur Kampı’yla ilgili olarak “iyi niyet gösterisi” yapılması, Ankara’nın PKK’yla arasındaki güven bunalımını zamanla giderecek adımların mutlaka düşünülmesi…”[8]

Genel seçimlerinden ardından yaşanan yemin krizi CHP tarafıyla ve MHP tarafıyla aşılmış ancak BDP’li milletvekilleri bu krizi, lehlerinde “demokratik özerklik”çerçevesine oturtmaya çalışmışlardı. Diyarbakır’da alternatif toplantılar gibi çalışmalarla, özerk bir karar alma mekanizması oluşturdukları izlenimiyle, Ankara’yı etkilemeye ve taleplerini karşılayacak yumuşak demokrasiyi oluşturmaya çabalıyorlardı.

Diyarbakır’da Temmuz başında yapılan mitingde, “Barış kapılarını kapatırsanız Kürtler alternatifsiz değildir, Kürdistan Meclisi’ni kuracağız” demişti.

BDP Eşbaşkanı Filiz Koçali de, “Meclis’i açık tutun. ücalan’ın sunduğu protokolleri konuşalım. üözüme bir adım daha yaklaşalım” demekteydi.

Yani AKP’nin, MİT Müsteşarlığı aracılığıyla, İmralı’da yaptığı pazarlıklar ve ücalan faktörü dışlanmadan verilen protokollerin uygulanarak, ücalan’ın siyasal muhatap olarak kabul edilmesini istiyordu.

Türk Askeri’ni Tasfiye Süreci ve Askeri “Savaş Suçlusu” İlan Etmek
Teröristlere laf söyletmeyen yandaş basın erbapları, PKK’yla savaşan Türk askerini resmen “demokratik açılımı” engelleyen unsur olarak gördü ve bunun propagandasını her fırsatta yaptı.

AKP, askeri vesayet dedi, asker kışlasında kalsın, askeri konular dışında konuşmasın dedi, aydınlanmanın ve tarihte halk hareketlerinin öncüsü olmuş Türk askerini rejim değişimi tornasında biçimlendirmeye kararlıydı ve yandaş basını, yargısı, ekonomisiyle askerin elini kolunu bağladı. Dolmabahçe’de varılan mutabakatlar, şiir gibi anlaşmalar, CIA’nın isteklerini karşılama doğrultusunda Deniz Saha Komutanlıklarında aramalar ve yapay gerekçelerde tutuklamalar, askeri istihbaratın çekirdeğini emperyalizmin yeni düzen oluşturma Silivri kampında, Hasdal kampında ehlileştirme çabaları gibi bir çok eylemleriyle hukuksal normları hiçe sayarak diktatörce tutumu, tüm bu koşulların oluşmasında belirleyen oldu.

Taraf Gazetesi’nin polis şefi Emre Uslu’nun, şırnak Uludere’de 12 PKK’lının öldürülmesinin cunta olduğunu yazması, AKP ve Gülen’i Bitirme Planı’nı hazırlayanlardan olan Tümgeneral Mustafa Bakıcı’nın bizzat operasyonu yaptığını ifade etmesi dikkat çeken konulardandı.

Ahmet Altan, Tunceli’de 7 PKK’lının öldürülmesiniyse ‘durduk yere’ olarak yorumladı.

Cengiz üandar da, Radikal Gazetesi’nde 12 Eylül referandumuna günler kala,“Hakkari’deki mağaralara dalıp ‘eylemsizlik’ halindeki 7 PKK’lıyı kim öldürttü, bir bakıverin” dedi.

Silvan’da meydana gelen saldırıda 13 askerin şehit edilmesi olayıyla ilgili, İç İşleri Bakanı İdris Naim şahin, “Tabur ve Bölük komutanı düzeyinde görevden almalar olabilir” açıklamasında bulundu.

Bu da askerin suçlu olduğu izlenimini vermesi açısından kamuoyunu yanıltan bir stratejik çıkış olduğu tartışmasını başlattı. Askere saldırılar peşi sıra geliyordu.

üzgür Gündem Gazetesi, “Sivas Katliamını Biz Yaptık” manşetiyle yaptığı haberde[9], üzel Harp Dairesi’nin Sivas Katliamını bizzat gerçekleştirdiğine ilişkin, tutarsız, çelişkili bir söyleşi yaptı.

üsteğmen H.ü. ile yaptıkları röportajda Madımak olaylarını organize edenin bizzat üzel Harp Dairesi olduğunu vurguladı. İrticai ve bölücü faaliyetlere uzanarak, onlara her türlü lojistik, taktik ve istihbari desteği veren Alman istihbaratının Madımak’taki olaylarla ilgili rolünü bilmelerine karşın, üzal Harp Dairesi’ni, kısaca TSK’yı suçlu ilan etmek daha kolaydı. Hayata Dönüş Operasyonu’yla ilgili ANF’ye konuşan Uzman Jandarma üavuş olarak görevli olan Altan Sabsız, Jandarma Genel Komutanlığı’nın katliamı 30 erin üzerine nasıl yıktığını anlatmaktaydı.[10]

Tam da AKP diktatoryası, Jandarma’yı İçişleri Bakanlığı’na bağlaması konusundaki tartışmaların üzerine, bu röportaj tuz biber olmuş ve kamuoyunda Jandarma’nın dizginlenmesi gereken bir yapılanma olduğu kanaatinin yerleşmesinin sağlanması yönünde etken olmuştu.

Terörle Mücadelede Ak Dönem: Asker Yerine AK Polis
Cumhuriyet kurumlarına karşı kinlerini gizlemeyen ve açık açık mücadele sürecini her boyutuyla başlatan AKP iktidarı, iktidarının 9’uncu senesinde; Türkiye’yi anti-emperyalist kadrolardan ve aydınlardan temizleme yolunda ilerlemiş ve türlü safsatalarla iddianameler düzenleyerek Türkiye’nin Atlantik karşıtı duvarlarına zarar vermiştir. Atlantik ötesinden gelen talepleri karşılayabilmek için düzenlenen tertipler kamuoyunun tepkisi çekmiş ve onlarca insan ya intihar etmiş ya hastalıklarından ötürü ölmüş ya da gerçek dışı ithamlar karşısında psikiyatrik rahatsızlıklarla baş başa kalmıştır.

Fethullahçı Hüseyin Gülerce, yapılanların tertip olmadığını, ülkenin demokrasi tacı taktığını savlayarak bu konuda şöyle demektedir[11]:

“Devlet içindeki hukuk dışı yapılarla mücadelede ilk dönüm noktası, Danıştay saldırısının Ergenekon davasıyla birleştirmesi olmuştur. Laik kesimin ezberlerinin ilk bozulduğu yerdir bu bağlantı. Sivas’ta Madımak Oteli’nin yakılmasının, Gazi olaylarının, Alevi kesiminin önde gelenlerine suikast planlarının, Ergenekon davası içinde yer alması da Alevi kesimin ezberlerini bozmuştur. Vesayetin tutunduğu zemin birden kaymaya başlamıştır. CHP’de bir kaset olayıyla lider değişimi ve Ergenekon sanıklarının CHP tarafından aday yapılmaları; aslında, Alevi ve laik kesimlerin yeniden kazanılması, kayan zemine yeniden tutunma çabalarıdır.[12]

Gülerce, Cumhuriyet’in dayandığı temel zemini vesayetten kurtuluş olarak niteleyerek, aslında vesayetin dayanaklarını yani halk iktidarını, halk kurum ve kuruluşlarının tasfiyesini ortaya koyduklarının resmini yapmaktadır.

Gülerce, “Terörle Mücadele, neden farklı olacak?” başlıklı bir başka yazısında da:

“Terörle mücadelede artık yeni, yepyeni bir dönem var. Yeni Türkiye, terörün belini bu defa kıracak. Bu defa yetki, sorumluluk, inisiyatif sivil hükümette olacak”

demekteydi. 12 Eylül darbesinde askerin arkasında olan cemaat, günümüzde, emniyetin ve özel harekat timlerinin arkasında destek propagandası yapmaktadır. Gülerce, yazısında:

“Gulyabaniler, çeteler, karanlık odaklar kontrolünü kaybedecek. Terörle ilk defa, “Büyük Türkiye”ye yaraşır bir mücadele verilecek. Devletin gücünü zaafa uğratanlar devre dışı kalınca, sivil iradenin kontrolündeki polisin, jandarmanın, özel askeri birliklerin ahenkli çalışmalarıyla neler yapılacağını dost düşman herkes görecek…”

diye de eklemişti. Sivil iradenin kontrolü, tamlaması bu noktada önemli. AKP kendi derin devletini yaratıyor saptamalarına, AKP kendi ordusunu da yaratıyor olacağı kaçınılmazdır!

Keza, Tayyip Erdoğan, 2009 yılında Davutpaşa’da yaptığı konuşmada:

“Emniyet teşkilatı, rejimin güvencesidir.”

sözünü etmişti. Ayrıca Erdoğan, “İç güvenlikte asker yerine polisin kullanılmasına yönelik çalışmalar var” demiş ve Silvan saldırısı sonrası verdiğimiz 13 şehidin “kırılma noktası” olduğu mesajını vermişti.

Tayyip bey ve şürekasının ailecek oturmadıkları kaldıkları Yüksek Askeri şÃ»ra’da da en önemli konunun hudut birlikleri olacağını söylemişti. Kuvvet komutanlarının istifasının ardından, bunlar konuşuldu mu, bilinmez ama, sınır güvenliğinin sivil güçlere devredileceğinin de tartışıldığı bir ortamda, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan görevi alarak, 3,7 milyar Euro’luk projeyle 2014 yılına kadar, sınır güvenliğinin “sınır polisi”ne verilecek olması tartışmaları dikkat çekiyordu.

AKP analistlerinden Sedat Laçiner,

“Terörle mücadele ordunun elinden alınıp polise verilmeli”

demişti. Amerikalarının ilginç ziyaretleri devam ederken, Clinton, BDP’li Selahattin Demirtaş’la görüşüyor ve Demirtaş’a, IRA’yı örnek gösteriyordu. Sinn Fein’in IRA’yı reddettiğini ve böylelikle siyasi güç kazandığını söylüyordu. Kısaca PKK’yla, BDP arasının açılarak, yeni yapılanmaların gündeme getirilmesini projesinin fitilini ateşlemiş oluyordu. BDP yerine başka bir örgütlenme ya da AKP’lileştirilmiş bir BDP…

Terör örgütü elemanları kendilerini dağ şartlarında daha da iyi yetiştiriyor.”

diyen Mehmet Ali şahin, terörle mücadelede yeni aktör emniyeti işaret ediyor ve asker terör örgütü elemanlarına karşı yetersiz olduğu algısını tartışmaya açıyordu.

Bu gelişmeler olurken, yoğun diplomatik ilişkiler seyrederken; Emniyet’e ve özel harekata ağır silah alınmasının yolu açılıyordu.

Cobra, Akrep, şortland ve TOMA’ların aralarında bulunduğu 200 adet zırhlı araç da Emniyet genel bütçesinden ve Başbakanlık’tan sağlanacak örtülü ödenekle finanse edileceği duyuruluyordu. Başbakan yardımcılarından Beşir Atalay,

“sadece güvenlik değil, çok boyutlu bir çalışma yapıldığını” belirtiyor ve “çok görüşmelerimiz var, kendi aramızda farklı analizlerimiz var. Bu hem güvenlik boyutuyla ilgili, hem milli birlik, kardeşilik projesi. Ekonomik boyutuyla ilgili, hem milli birlik, kardeşlik projesi. Ekonomik boyutu demokratitleşme, insan hakları boyutu..”

olarak açıklıyordu. İçişleri Bakanı olan İdris Naim şahin de, asker dışlanmıyor, şartlara göre vaziyet alıyoruz diyordu. şahin’in bu açıklamalarını, askere yeni Türkiye’de, ileri demokrasi gereği vaziyet aldırıyoruz olarak da okumakta yarar var. şahin, şunları da söylüyor:

“polisin de askerin de jandarmanın da yaptığı çalışmaların ortak amacı birlik beraberliği sağlamaktır. Dolayısıyla amaca uygun olarak nerede ne zaman, hangi birimin etkin rol alacağı yönetim tarafından kararlaştırılır. Bu alanlar vazgeçilmez çizgilerle ve mekanlarla birbirinden ayrılmış değildir.”

Yani artık Jandarma bölgesi, Polis bölgesi olmayacak. Jandarma’nın hareket alanı daraltılıp, yetki paylaşımı ilkesiyle polis kırsal alanda Jandarma’yla ortak, emperyalizme göbekten bağlı siyasi iktidarların emirlerini yerine getirecektir. [13]

Necdet üzel Kimin Komutanı: Kalemşorlardan “İleri Demokrasi” Dersleri

Yandaş kalemlerden, yeni ordu, terörle mücadelede yeni dönemle ilgili yazılanlara bakmak, Erdoğan’ın “kalemşorlarım” olarak nitelediği, yazar-kasaların söylemlerine değinmek; siyasi iktidarın propagandalarını üstlenmeleri gereği önem taşımaktadır.

“Yeni proje, asker sayısının azaltılması, Genelkurmay’ın yetkilerinin kısılmasını ve askerin sivil yönetimin emrine girmesi gibi konularda eskiden hayal bile edilemeyen bir tablo”[14]

sağlayabileceğinden söz eden Oral üalışlar, böylelikle ‘özgürlükleri derinleştirebileceğimizi’ imliyor.

Yüksek Askeri şÃ»ra toplantısına iki gün kala, kuvvet komutanlarının istifa etmesinin yankıları sürmekteydi. Televizyon kanallarında komutanların istifa haberleri geçerken, kanalların alt haber bantlarında: “Jandarma Genel Komutanı Necdet üzel, Başbakanlık’ta!” yazısı dikkati çekmekteydi.

O arada başka kanallarda Bekir Bozdağ, askerlik süresinin kısalmasıyla ilgili gülücüklü demeçler vermekteydi. Anlam verilemeyen bir süreç işliyordu. Kimileri komutanlar geç kaldı ya da zamansız bir hareketti diye yorumlar yapıyorlardı. Ama Kuvvet Komutanı deyince Jandarma Komutanı’nın bundan nasıl bağımsız olabileceğini düşündürten o alt bant yazıları, birden tüm ekranları kapladı ve yeni Genelkurmay Başkanı’mız görevi önce basın tarafından verildi.

Tahmin edilebilen yandaş ve her dönemin liberal kalemşorları, Necdet üzel’i doruklara taşımışlardı.

Zaman yazarlarından Ali Bulaç:

“Komutanların emekliye ayrıldıkları haberini ilk öğrendiğimde tereddütsüz şunu düşündüm: ‘Hamdolsun normalleşiyoruz’. Yedi saat boyunca canlı telefonla bağlandığım altı televizyon kanalında aynı şeyleri söyledim: bu bir normalleşme göstergesidir. Asker veya sivil bürokrat, kim siyasi otoritenin karar ve icraatlarını benimsemiyorsa- bu onun doğal hakkıdır- yapması gereken, görevden çekilmesidir. Bu bir haktır ve kimse bundan dolayı yadırganamaz. Gerçi eski medya mensupları olayı “kriz” olarak yorumlamak istediler, ama bizler, olayın normalleşme göstergesi olduğunu söyledik. Teamüller değil, kurallar işleyecektir. Emekliye ayrılanların yerine başkaları atanacaktır.”

diyerek, ileri demokratik normalleşmenin gerçekleştiğini, sanki bilinen ve senaryosunu önceden okuyup değerlendirdiği bir filmi anlatıyordu. Siyasi otoritenin, hem de SEüSİS denen güvenilirliğini yitirmiş bir seçim sistemi yazılımıyla ve meclis aritmetiğiyle alınan oy arasındaki dengesizlikten ötürü güç elde eden siyasi otoriteydi bahsedilen ve buna uymayan develer bu diyardan gidecekti ve ‘ayrıksı otlar’ temizlenecekti.

Bu tezi doğrulayan kalemşorlardan biri de Ekrem Dumanlı’ydı:

“Endişeye gerek yok. Türk demokrasisi bu hadiseden güçlenerek çıktı. Siyasi iradenin YAş’ta sembolik olmadığı ispatlanmış oldu. İstifa eden paşalar hata yaptı ama farkına varmadan doğru bir sürecin başlatıcısı oldu.”

demekteydi. Başlatılan doğru süreç neydi ve komutanların istifası aslında AKP-ABD projesinin ortak sonucu varılmış bir uzlaşma mıydı?

Star yazarı Ahmet Kekeç de, kamuoyunun, komutanların istifasını “askerlik işini başaramadılar, emekliliklerini istediler” rahatlığı içinde bakıyor artık olaylara..”demekteydi.

Yine Star’dan Mustafa Karaalioğlu da:

“29 Temmuz 2011 Türkiye siyasal tarihi için önemli bir günün adı olarak anılacaktır.. “Yeni Türkiye” felsefesinin derinlikli ve önemli kazanımlarından birisi tahakkuk etmiştir. Sivil bürokrasi ve yargıdan sonra askeri vesayetin de fiilen bittiği bir ana tanıklık etmiş bulunuyoruz. 12 Eylül referandumu ne anlama geliyorsa, 29 Temmuz ancak bununla kıyaslanabilecek değerde bir demokrasi günüdür.”

diyerek, zafer sarhoşluğunu yaşamaktaydı. Yargıdan sonra askeri vesayet bitirilmiş, yani AKP’nin yargı vesayeti oluşturulmuş ve AKP’nin vesayetinde bir yeni ordu tasarımı devreye girmişti. Zaman yazarlarından

Mümtaz’er Türköne de, askerin siyasi arenada yenildiğinin göstergesi olarak okuyordu yaşananları:

“..Ordumuz, 27 Mayıs darbesinden bu yana sürdürdüğü siyaset savaşını kaybetti. Işık Koşaner Paşa istifa ederek, bu savaşı yürüten ordunun komutanı sıfatıyla taşıdığı siyaset kılıcını onurlu biçimde teslim ediyor. Kime, demokratik siyasi iktidara.[15]

Taraf yazarlarından Namık üınar, devre arkadaşı olduğunu belirttiği Necdet üzel’e yazdığı açık mektupta:

“İstemeseler yahut farkında olmasalar da, TSK’daki geleneksel anlayışlarla sürdürdükleri dirençlerini iki sene erkene alarak tamamlayanlar, çok önemli bulduğum ‘yeni anayasal sürecin’ önünü, inanılmaz bir şekilde, ‘ordu reformları’ için de açmış oldular.”

demekteydi. Namık üınar 9 Ağustos günü yazdığı bir başka yazıda da, Necdet üzel’e ‘görevler yüklüyordu’:

“..reformlarıyla ordusunu AB standartlarındaki bir çizgiye taşıyacak olan general, Türkiye’nin demokrasi tarihine altın harflerle yazılacaktır. Olumsuzluklarda adı hiç anılmayan, ilk gençliğinden beri en çalışkan, en vakur ve en alçak gönüllü.. dilerim önümüzdeki dönemlerde Genelkurmay Başkanı olur, ben de övünür ve sevinirim.. Bugüne kadar hiçbir zamanda ve hiçbir zeminde politik bir duruş sergilememiş, burnunu siyasete sokmayı marifet sanan generallerden olmamıştır.”

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün olayları:

“yaşananlar kendi çağında bir olağanüstü durumdur ama her şey mecrasına girmiştir, yörüngesine girmiştir.”

olarak yorumlaması, Necdet üzel’in “burnunu siyasete sokmayı marifet sanan generallerden” olmadığının da bir kanıtı olarak anlaşılabilir. Aslında AKP mecrasına ve tam boy emperyalizm yörüngesine giren bir TSK’dan söz edilmekteydi.

Almanya’dan AKP’ye üvgü, TSK’ya “Savaş Suçlusu” Muamelesi?

Yaşanan istifaların ardından, Almanya’dan ilginç çıkışlar dikkat çekmekteydi.Der Spiegel:

Erdoğan, ordunun omurgasını kırmayı başardı. Ordu, iktidardaki AKP’ye teslim oldu. Artık cuma akşamından sonra TSK’nın konumu, yaklaşık 100 yıllık bir sürede olduğu gibi kalmayacak.”

Diyordu. Almanya’nın bir diğer dergisi Focus da, ‘Erdoğan’ın Büyük şansı’ başlıklı bir haber analiz yayımladı. Yapılan değerlendirmelerde, Erdoğan’ın artık kendi partisine yakınlık duyan komutanları belirli kademelere yerleştirme şansını yakaladığı iddia edildi.

PKK’ya yakın haber ajansı ANF’nin haberleri de Almanya’nın farklı bir siyasal hesap içinde olduğunu ortaya koyuyordu. İlgili haberlerde[16], Necdet üzel’in 1999’da kimyasal silah kullandığı iddiasıydı:

“11 Mayıs 1999 günü şırnak'ın Silopi İlçesi'ne bağlı Ballıkaya (Bilika) Köyü yakınlarında 20 teröristin kimyasal silahlarla hayatını kaybettiği operasyonun Necdet üzel tarafından komuta edildiği Roj TV ve ANF’de yer alan görüntülerle ortaya çıktı. Savaş suçunu ortaya koyan görüntülerin yayınlanması ardından geçen hafta Alman Sol Parti harekete geçmişti. Bu kez bir grup parlamenter, akademisyen ve hukukçu, Kimyasal Silahları Yasaklama ürgütü’nün (OPCW) devreye girmesi için Alman hükümetine açık mektup yazdı.[17] Aralarında 5 Federal Meclis üyesinin de bulunduğu bir grup Sol Partili başbakan Erdoğan’a “Savaş suçu işlediği iddia edilen bir generalle Kürt sorunu çözülmez” çağrısı yapmıştı. “kararlı bir biçimde savaş suçu işleyen birinin” Genelkurmay Başkanı olmasının Türkiye’nin demokratikleşmesi ve barışçıl gelişmelerin yaşanmasının önünde ciddi bir engel olduğuna vurgu yapıyorlar.”

Bu aslında emperyalizmin istediği bir TSK’nın oluştuğunun kanıtı olarak kayıtlara geçmiştir. Almanya’nın dış politikadaki hesapları, PKK’ya her türlü lojistik, psikolojik, sığınma desteğini vermesi açısından düşünüldüğünde; Necdet üzel olmasa bile onunla birlikte anılacak askeri personelin “savaş suçu” nedeniyle hukuksal süreçle kendilerine tertip hazırlıklarının bir nüvesi olarak nitelenebilir mi? Bilinmiyor ama TSK hem yeniden tasarlanıyor, hem de içindeki batı karşıtı unsurlar tasfiye edilmeye çalışılıyor. Bu sürecin, TSK’yı suç ordusu haline getirmesi kaçınılmaz olacaktır.

“TSK’yı yeniden yapılandırmanın önünün açılması, Türkiye’nin ulusal, bölgesel ve uluslararası plandaki pozisyon değişikliklerine uygun bir şekilde ilerliyor. TSK, “yükselen Türkiye” modeli ile bölgedeki ABD ve NATO operasyonlarında daha aktif, daha operasyonel bir rol oynamaya hazırlanıyor.”[18]

Olayları, “darbe heveslileri TSK’dan temizlenmeli” olarak yorumlayan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli;

“Verin teklifi destekleyelim. Genelkurmay’ı Savunma’ya bağlayalım” ve “İstifalar ordunun demokrasiye bağlılığını da gösterdi. Bunu kimse tartışmamalı.

Türkiye’de darbe döneminin bittiği bir kez daha görüldü. Yaşananlar, siyasi otorite ile uyuşmazlık çıktığında kişilerin görevlerinden ayrılabileceğini gösterdi. Bu bir süreçtir ve süreç içinde gelinen nokta demokrasiye bağlılığın gayet net ortaya koyduğudur.”

diyen Yeni CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu… Muhalefetin, istifalar karşısında, TSK’nın yeniden tasarlanması karşısındaki tutumları, AKP’lileşmiş bir muhalefetin izlerini yansıtmaktadır.

Türk Silahlı Kuvvetleri, yeniden düzenleniyor. Emperyalizmin beklentileri ve Türkiye’ye verdiği ama iplerini elinde tuttuğu operasyonel üstünlük çerçevesinde bakıldığında yine kirli bir oyun oynanıyor.

Derin devletini yaratan, Türkiye’yi türlü komplolarla aydınından ve antiemperyalist askerlerinden uzaklaştıran AKP; TSK’yı küçültüp, Başkent’ten uzaklaştırma planları yapmaktadır.

Atatürk Orman üiftliği’ni “İslam Müzesi” yapma projesi gibi, Atatürk’ün ordusunu da, “cemaat ordusu” yapma projesi devreye sokulmuş görünüyor.


Kaan TURHAN / AüIK İSTİHBARAT / 9 Ağutos 2011


----------------------------------------------------------------


[1] Antalya’da 1-2 Haziran 2011 Tarihlerinde Gerçekleşen “Suriye’de Değişim Konferansı”nın Tam Deşifresi, ORSAM, Rapor Nu: 61, Temmuz 2011.

[2] Ankara’da 5 Gün Kalan Gizli Konuk, Vatan, 26.04.2011

[3] Suriye Muhalefetini CIA ürgütledi, Aydınlık, 28.04.2011

[4] Baas’a Karşı Kürt Koalisyonu, üzgür Gündem, 05.06.2011, s. 12.

[5] Amerikalıların Biri Geliyor, Biri Gidiyor, Aydınlık, 23.07.2011

[6] Cumhurbaşkanı Gül ‘Tahrir Gençlik Liderleri’ni Ağırladı, Taraf, 05.06.2011

[7] Türkiye Himayesinde Kürdistan, Aydınlık, 28.05.2011, s. 9

[8] Karayılan: Barzani’nin Tavrı Olumlu, üzgür Gündem, 05.07.2011, s. 9

[9] Sivas Katliamını Biz Yaptık, üzgür Gündem, 02.07.2011, s. 6

[10] Zeynep Kuray, Jandarma Tufanı Nasıl 30 Askerin üzerine Yıktı?, ANF, 29.07.2011

[11] Gülen Cemaati Savaş İlan Etti, ANF, 27.07.2011

[12] Hüseyin Gülerce, Ergenekon Surundaki İkinci Gedik, Zaman, 15.07.2011

[13] Polis Terörle Mücadeleye Hazırlanıyor, Zaman, 23.07.2011

[14] Oral üalışlar, Askerden Polise Devir, Bir Paradigma Değişikliği, Radikal, 26.07.2011

[15] Yandaş Basından Yeni Ordu Mesajları, 01.08.2011, Sol.org.tr

[16] Derviş üimen, Alman parlamenterler kimyasala karşı OPCW'yi göreve çağırdı, ANF, 09.08.2011

[17] Mektupta imzası olanlar şöyle: Federal Meclis Milletvekili Ulla Jelpke, Andrej Hunko, Ingrid Remmers, Heidrun Dittrich, Harald Weinberg, Almanya Barış Hareketi temsilcilerinden ve Akademisyen Prof. Dr. Werner Ruf ve Prof. Dr. Peter Strutynski, uluslararası hukukçu Prof. Norman Paech, Uluslararası Nükleer Savaşa Karşı Barış için Hekimler Derneği (IPPNW) temsilcisi Dr. Gisela Penteker, Hessen Eyalet üyesi Barbara Cardenas, Kuzey Ren Vestifalya Meclis üyeleri Bärbel Beuermann ile Ali Atalan, Sol Parti Aşağı Saksonya Yönetim üyesi Yılmaz Kaba, Hamburg Eyaleti Meclis üyesi Cansu üzdemir, Hukukçu Dr. Jürgen Schneider ve Britta Eder, İnsan hakları savunucuları Michael Knapp ile Martin Dolzer, üzgür Gündem gazetesi yazarı Murat üakır ve Alman Eğitim Bilim Sendikasından (GEW) öğretmen Antje Steinberg.



[18] Yeni Ordu Ne İşe Yarayacak?, 05.08.2011, Sol.org.tr