Bir milletin yaşayabilmesi için fertlerinin siyasi kanaatlerden üstün bir fikre inanmakta birleşmesi lâzımdır. Tarihin bütün büyük hareketlerini yapan milletler hep işte böyle bir müşterek fikre inanmış kütlelerdir. Meselâ eski Türk cemiyetinin dünyayı sarsan, kuvvet ve kudret membaı her şeyden evvel îmanında gösterilebilir. "îman" denilen şey daima dinî mahiyette değildir. İnsan kütlelerini hareket ettirebilecek bir manevî kuvvet haline gelen ve ilmî tabiriyle «ideeforce» denilen her maşerî fikirde bu mahiyet vardır. Hazret-i Muhammed, zaman ve mekânla kayıtlı olmayan bu beşerî hakikati şöyle ifade etmiştir: « — Eğer bir taş parçasına bile inanıyorsanız, ondan size fayda vardır!» Tabiî böyle bir fayda için öyle bir taş parçasına inanmakta birleşmek lâzımdır. Garp milletlerinin tarihinde dinin yerine geçtiğini gördüğümüz milliyet fikrinin, Avrupa haritasını baştan başa değiştirecek bir kuvvet rolünü oynaması işte bu mahiyetinden dolayıdır. Avrupa kültür dairesinde milliyet fikrinin siyasî bir âmil kuvvetini alabilmesi ancak Napoleon seferlerinden itibaren tahakkuk etmiş bir vaziyet olduğuna göre, bu fikrin o kültür dairesinde on dokuzuncu asır başından beri ancak bir asırdan fazla bir tarihi var demektir. Bununla beraber, daha ilk ortaya çıktığı andan itibaren siyasî haritaların tanziminde âmil olacak bir kuvvet mahiyetini alan bu yeni fikir, o kısacık tarihi içinde bütün dünyayı saracak bir yayılma kabiliyeti göstermekten dehâlî kalmış değildir. Fakat milliyet prensibinin bütün milletler için müşterek bir tarifi yoktur. Her millet onu kendi bünyesiyle kendi menfaatine göre tefsir ve izah ettiği için, bütün dünyaya şâmil umumî bir tarifi yapılamamıştır: yani milletin yalnız bir tarifi yoktur; milletten millete değişen birçok tarifleri vardır. Meselâ Fransızlar «Kültür» ve Almanlar «ırk» esası ile izah ettikleri halde, İsviçreliler «vatan», Romanyalılar «dil» ve Alman Protestanlığına karşı mevcudiyetlerini muhafaza için katolikliğe dayanan Avusturya Almanları da «mezhep esasına dayanmışlardır. Gözlerimizi Avrupadan ayırıp başka kıtalara çevirecek olursak Amerika Birleşik Devletlerinde «tâbiiyet Cinde «kültür» ve Garbî Asya ile Şimalî Afrika'daki Arap âleminde «dil» miyarının hâkim vaziyette bulunduğunu görürüz. Tabiî memleketten memlekete vemilletten millete değişen bu mutenakız tefsirlerle tariflerin sebebi, milletlerin teşekkülünde âmil olan tarihî şartlarda aranmalıdır. Meselâ Fransız milliyeti muayyen bir ırk temeline istinat etmeyip muhtelif ırkların birbirine karışmasından hâsıl olduğu için, Fransız milliyetçilerinin ırk esasına dayanmaları kaabil değildir. Tıpkı bunun gibi Alman, İtalyan ve Fransız kantonlarında ayrı ayrı diller konuşulduğundan dolayı resmî birkaç resmî dil kabul etmek mecburiyetinde kalan İsviçre için de milliyet prensibinin «dil» mikyasıyla izahına kalkışmak, herşeyden önce konfederasyonun inhilâlini kabul etmek demektir.

***

Bütün dünyada ancak milletler arasında görülen bu ihtilâflara, bizde maatteessüf fertler arasında tesadüf edilir. Türkçülük tarihinin son tekâmül devresinde tesbit edilebilecek en acı vaziyet işte budur. Bizde yalnız bir Türkçülük değil, birçok Türkçülükler vardır ve hattâ bunlar arasındaki ihtilâflar bazan husumet derecelerine kadar dayandığı için, Türkiye'de milliyet fikri henüz müşterek bir İman esası olmamış, aksine bir ayrılık âmili şeklinde kalmıştır. Herkes milliyetçidir. Fakat milliyetin bütün milletçe müşterek ve mukarrer bir mânası olmadığı için, şahsî telâkkilere tâbi muhtelif ve aykırı tariflere tesadüf edilir! İşte bundan dolayı bizde milliyet ölçüsü bazılarına göre «ırk», bazılarına göre «dil», bazılarına göre «kültür», bazılarına göre «vatan», bazılarına göre «Turancılık», bazılarına göre «Anadoluculuk» ve hattâ bazılarına göre de «tâbiiyet»tir. Bilhassa son yüz yıllık neşriyat içinde bu mütenakız telâkkilerin her birine ait hayli yazılar vardır. Bu ihtilâflarla tenakuzlara resmî vesikalarda bile tesadüf edilebilir. Bizde milliyetin hususî tarifleri gibi resmî tarifleri de rengârenk bir mozaik teşkil edebilecek kadar çeşitlidir. Anayasa ile muhtelif devlet dairelerinin milliyet telâkkileri arasındaki büyük farkların ne demek olduğunu anlamak için şu resmî vesikalara sırf ilmî bakımdan şöyle bir göz gezdirmek kâfidir:



1— Tâbiiyet Prensipi: Anayasanın 88'inci maddesinde Türklük şöyle tarif edilir: «Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.» Bu kanunda tarif yalnız «Vatandaşlık ‐ tâbiiyet» hukukuna istinat ettiği için, sarahaten zikredilen «ırk» ve «din» den başka «dil», «kültür» vesaire gibi esasların da milliyet tayininde hiç bir kıymeti yok demektir. Anayasanın bu resmî tarifine göre, Türkçe bilmeyen ve Türk ırkından olmayan bir gayrı Türk, sırf Türkiye tâbiiyetinde bulunduğu için «Türk» olduğu halde, Türkçe konuşan ve Türk ırkından olan Rodoslu veya Kerküklü bir Türk sırf ecnebi tâbiiyetinde bulunduğundan «Türk» değildir. Tabii bu izah, sırf tâbiiyet esasına dayanan zaruri bir tarif mahiyetindedir. 2— Dil, Kültür ve İdeal Prensipleri: Cumhuriyet Halk Partisinin programının ikinci maddesinde milliyetin üç miyarı vardır:«Millet dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimaî heyettir.» Bu izaha göre, Türklüğün tarifinde «ırk», «din vesaire gibi esasların hiç bir kıymeti yoktur ve buna mukabil Türkçe bilmeyen veyahut ana dilleri Türkçe olmayan Türkiye tebaası Türk sayılmıyor demektir. 3— Irk Prensibi: Millî Müdafaa Vekâleti askeri liselere alınacaktalebe şartnamesinde milliyeti yalnız «ırk» esasına bağlamış veyıllarca hep bu esası ilân etmiştir. Eski gazetelerin çoğundaneşrolunan resmî şartnamelerde alınacak talebenin «öz Türkırkından olması» kâfi bir esas şeklinde ifade edilmiştir. 4— Turancılık Prensibi: Türk Tarih Kurumu tarafından tertipedilip Maarif Vekâleti tarafından on yıl kadar bütün Türkiye liselerinde okutulan dört Ciltlik «Tarih» kitabının birinci cildinde milliyet mefhumu «ırk» «dil» «hars = kültür» ve «tarih birliği» esaslarına dayanan geniş bir Turancılık prensibiyle izah edilir.Bu eserin 1932 tarihinde Devlet Matbaasında basılan birinci cildinin 15‐16'ncı sayfalarında Türklüğün sınırı şöyle tarifedilmektedir: «Baykal gölü havalisinden başlayarak Altaylar ve Orta Asya'dan itibaren Hazar denizi ve Karadeniz havzaları ile Ege Denizi ve Tuna boylarına kadar olan geniş sahalar binlerce ve binlerce senelerden beri alelümum beyaz renkli olan Türklerle meskûndur.» Gene o cildin 20'nci sayfasında da bu geniş sınır içindeki Türk milliyeti ırk, dil, kültür ve müşterek tarih esaslarına dayanmakta gösterilir: «Tarihte daima göze çarpar bir birlik arz eden Türk ırkı, daima hâkim kalan bariz uzvî vasıflarıyla, dimağın en kuvvetti mahsulü olan müşterek dilleriyle ve bu dilde nakledilmiş olan harslarıyla, tarihî ve müşterek hatıralarıyla aynı zamanda bugünkü millet tarifine de en uygun büyük bir cemiyettir. Bütün tarihte böyle büyük bir ırkı, bir millet halinde görmek, bilhassa zamanımızdaki insan heyetlerinin pek çoğuna nasip olmayan büyük bir kuvvet ve büyük bir şereftir.»



Mutedil Turancıların on dokuzuncu asırdan beri müdafaa ettikleri nazariyede işte bundan ibarettir. Bunun müfritTurancılar tarafından ileri sürülen daha geniş bir şekli de vardır ki, Türk kavimleriyle birlikte eski taksimde «sarı ırk» denilen Mongoloid milletleri de içine alır. Bunların birincisine «pantürkizm», ikincisine «panturanizm» isimleri de verilir. 5 — Vatan Prensibi: Gene Maarif Vekâletinin liselerde okutturduğu Tanzimat edebiyatında devlet sınırı ile mukayyetbir milliyet prensibine tesadüf edilir. Bu kitap, İsmail Habib'in uzun yıllar liselerin son sınıflarında okutulan «EdebîYeniliğimiz» adlı değerli eseridir. 1937 baskısının 453‐'üncü sayfasında başlayan «Türk Milliyetçiliğinin Beyannamesi» faslının 454'üncü sayfaya tesadüf eden kısmında Gazinin Mecliskürsüsünde söylediği nutuktan alınan şu iki fıkra, Türk milliyetçiliğinin «ilk ve en realist beyannamesi» sayılır: «Efendiler, büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadık, yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleketin vebu milletin üzerine celbettik. Biz Panislâmizm yapmadık,yapıyoruz, yapacağız dedik. Düşmanlar da yaptırmamak için biran evvel öldürelim dediler. Panturanizm yapmadık, yaparız, yapıyoruz, yapacağız dedik. Ve yine öldürelim dediler. Bütün dava bundan ibarettir.

***

Efendiler, bütün cihana havf ve telâş veren mefhum bundan ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın adedini ve üzerimize olan tazyikatı tezyit etmekten ise hadd‐i tabiiye, hadd‐i meşrua rücu edelim. Haddimizi bilelim. Binaenaleyh efendiler, biz hayat ve istiklâl isteyen bir milletiz. Yalnız ve ancak bunun için bayatımızı ibzal ederiz.» Yukarıda bahsettiğimiz «Tarih» kitabında Türklüğün «Baykal gölünden Tuna boylarına kadar» yayılmış tek bir millet şeklinde büyük bir ırk olarak tarif edildiğini gördükten sonra edebiyat kitabında, aksine, şimdiki siyasî sınırlarımıza münhasır bir milliyet tarifi gören genç nesiller, netice itibarıyla tarih dersinde Turancılık telkinini aldıktan sonra edebiyat dersinde Turancılığın sahtekârlık olduğunu hep aynı Maarif Vekâletininişte o resmî kaynaklarından yıllarca dinleyip durmuşlar demektir.

***

En mühimlerini kısaca gözden geçirdiğimiz bu resmî vesikalardaki mütenakız milliyet tariflerini sıralamaktan maksadımız bunları tenkit etmek değil, sırf aralarındaki tenakuz uçurumlarını tamamiyle objektif olarak tesbit etmektir. Şahsî ve hususî telâkkiler sahasında tesadüf edilen ihtilâfların resmî tarifler arasında da mevcut olduğu işte bu vesikalarla sabittir. Bizde milliyet fikrinin bir manevî birlikten ziyade ruhî bir tefrika ve ihtilâf âmili mahiyetinde kalması işte bundan dolayıdır. Bu millî derdin devası, bütün milletçe kabul edilebilecek umumî ve müşterek bir milliyet tarifi ile temin edilebilir.



[Orkun, 53. sayı, 5 Ekim 1951]