HAZRETİ MUHAMMED TÜRK MÜYDÜ? 1
8 Aralık 2011, 02:58
Önce bir bakalım, şu çılgın Türkler, kimiz?
http://members.internettrash.com/pkk...lu.html#mozaic
TÜRKLÜK ve ANADOLU (A. T. Önder)
Türkiye’nin etnik yapısını değerlendirirken bir kesim aydın ve araştırmacının iki yanlışından biri bu yapıyı “mozaik” olarak nitelemeleri diğeri ise Türkler’i “çok karışık” bir unsur olarak göstermeleridir.
Daha önce de açıklandığı gibi etnik kimlik tanımında geçerli ölçüt “grubun kendi bakışıdır”. %65′i Türklük’ten farklı bir kökeni kabûl etmeyen, %90 gibi bir oranla Türklüğü benimseyen bir toplumu “mozaik” olarak nitelemek bilimsel olarak mümkün değildir.
Türkler’in “çok karışık” bir unsur olduğu iddiası da bilimsel olarak aynı derecede geçersizdir.
Çok kısa bir dönemi bilinen insanlık tarihi göstermektedir ki, dünyada bugün “karışık olmayan” hiç bir toplum mevcut değildir. Bir asırlık çabaya rağmen antropoloji bilimi bütün toplumlara uygulanabilir standart ırkî ölçütler ortaya koyamamıştır. İnsanları dil, renk, boy, kafatası ölçümleriyle tasnif etmek mümkün olmamıştır.
İnsanlık tarihinin çok değil 5000 yıllık geçmişi incelendiğinde, bugünkü ulus devletlerin (MKD: millî devletlerin) egemen unsurlarının hiç birinin “saflığından” söz etmek mümkün olmamaktadır. Dün Roma, Hun, Hitit gibi “saf” bir soy nasıl mevcut değil idi ise, bugünde “saf” bir Alman, Fransız, İtalyan, Arap, Acem mevcut değildir. (MKD: Pigmeler’in bile karıştıkları ildirilmektedir).
“Karışık” nitelemesindeki yanlışlığın temelinde, bugünün etnik guruplarını hala soy-ırk gibi kavramlarla tanımlama alışkanlığındaki sakatlık yatmaktadır.
Irkî mülâhazalarla değerlendirildiğinde bir İspanyol, bir İtalyan, bir Fransız, bir Çinli, bir Özbek’ten, bir Kırgız’dan, bir Türk’ten “daha az karışık” değildir.
Bir toplumun etnik yapısını değerlendirirken, bilimsel ölçütlerin objektif uygulanma prensibini inkâr ederek, çifte standartlı tanımlara yönelmek tespitlerin evrensel geçerliliğini ortadan kaldırdığı gibi, o toplumun varlığına yönelik tehlikeleri etkili kılma fırsatlarına da zemin hazırlar.
Türkler Anadolu’ya adım attıkları günden bu yana Batının en acımasız, topyekûn saldırısına mâruz kalmış bir millettir. Bugün de saldırı aynı acımasızlıkla sürdürülmektedir. Batı için “Şark Mes’elesi” bitmemiştir.
Maddiyat ve çıkarı bir hayat felsefesi, tâvizsiz bir politika temeli olarak asırlarca âdeta genetik (MKD: memetik) bir nitelik olarak kuşaktan kuşağa aktarmış olan Batılı, Türkiye kuşatmasını bu ülke kayıtsız şartsız denetlenebilir bir “bölge” hâline getirilinceye kadar sürdürecektir.
Batı, Türkiye’yi zaafa uğratacak olan PKK ise PKK’nın yanında, irtica ise irticaın yanında, çifte standartlı demokrasi ise demokrasinin yanındadır.
Türklük ve Anadolu başlıklı bir bölüm içinde yukarıdaki konulara değinilmesi amaçsız değildir.
Çünkü bizler, Türklüğü de aynı Batı’nın empoze ettiği bir çerçevede tanımlamaya yönlendirilmiş bir toplumuz.
Öz kaynaklarına inilerek, objektif bir yaklaşımla incelendiğinde Türklük anıtsal bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün Türklük’le ilgili bilimsel veriler, bir Batı ülkesinin kendi gerçekleri olsa çok farklı değerlendirilirdi.
Gerek “millî” bir kültür politikasının bulunmayışı, gerekse eğitimin yetersizliği nedenleriyle bizler ne Türk ne de Türklük hakkında fazla bilgi sâhibi değiliz.
Kimdir Türk? Anadolu’daki, Ön Asya’daki Türk varlığının derinliği nedir?
Türklerden söz eden ilk belgeler:
Çin kaynakları, Türkler’den söz eden ilk belgeler olarak kabûl edilmiştir. Çinliler Doğu Hunları’ndan bahsederken CONG ve TIK adlı iki Türk kavmi hakkında geniş bilgi vermişlerdir. Edhanson ve De Groot gibi bilim adamları da Türk sözünün Çince’deki telaffuzunun Tık (Tırk) olduğunu belirlemişlerdir. Tirk’larin ortaya çıkışı MÖ 1582 olarak kabûl edilmektedir.
Gy Nemeth ve R. Rasonyi de Türkler’in anayurdu olarak Orta Asya’nın batısındaki Aral Gölü’nün kuzeyini belirlemişlerdir. Bugün artık Türkler’in Orta Asya’dan çıkarak pek çok devletler kurduktan sonra Oğuz boyları olarak 1071’de Anadolu’ya yerleşmeğe başladıkları bilinmektedir.
MS 23-79 Anadolu’da Türk varlığı:
Ancak, bölgedeki Türk varlığı çok daha öncelere dayanmaktadır. Romalı yazar Pomponius Mela MS 43 senesinde yazdığı De Situ Orbis adlı eserinde TURCAE (Türk)isimli kavimden söz etmektedir. Yine Romalı Plinius MS 23-79 yıllan arasında yazdığı Histoire Natur adlı eserinde Sarmat ırkına mensup kavimler içinde TYRCAE’leride saymaktadır. İskitler’in MÖ 7’nci YY’da Doğu Anadolu üzerinden Zagros’a kadar inip, Medler’i yıkarak 28 yıl bölgede hüküm sürdükleri bilinmektedir.
Ancak çok daha eski tarihlerde Anadolu’da Türk varlığını işaret eden bulgular bugün gün ışığına çıkmıştır. Değerli bilim adamı Prof. Dr. A. Haluk Çay’ın bu konuda verdiği her satırı belgeli bilgi şudur;
M.Ö. 2350 bölgede Türk varlığı:
“MÖ 2350-2150 yılları arasında Mezopotamya’da büyük bir devlet kurmuş olan Akad hükümdarlarından Naram-Sin’e âit “Mücadelenin kralı” anlamında “Şartamhari metni” olarak bilinen yazılı kaynak Anadolu’daki Türk varlığı bakımından oldukça önemli bilgileri ihtiva etmektedir. Bu belgenin üç kopyası olup, ilki Mezopotamya’da Babil’de, ikincisi Mısır’da Tel el-Amama’da, üçüncüsü ise Anadolu’da Hattuşaş’ta (Boğazköy) ortaya çıkarılmıştır. Hattuşaş arşivinde “KBo-III, 13” sıra numarası ile tesbit edilmiş olan bu yazılı belge Hitit (MÖ 1750-1200) çivi yazısıyla, Akadça orijinalinden kopya edilerek taşa kazınmıştır. H. G. Gütebocktarafından deşifre edilen bu belge, Anadolu hakkında ilk tarihi bilgileri vermesi bakımından çok kıymetlidir. Bu tarihi belgede, Akad Kralı Na-ram-Sin’e karşı 17 Anadolu kralının güçlerini birleştirerek harekete geçtikleri ancak, yenik düştükleri anlatılmaktadır. Bizim için önemli olan husus bu 17 Anadolu kralından birisininTURKİ Kralı İlşu-Nail adındaki hükümdar olmasıdır (bu belgenin 15. satırında yer alan bu kayıt, çok açık bir şekilde Anadolu’da MÖ’ki yıllarda Asya menşeli Türk topluluklarının yurt tutmuş olduklarını göstermektedir.
M.Ö. 4000 bölgede Türk varlığı:
Diğer yandan Fırat Nehri kıyısında Mari bölgesinde (Telle-Hariri) ortaya bir takım tabletler çıkarılmış, bunların MÖ 4000-2000 yıllarındaki Sümer ve Babil nüfûzunun bölgede hâkim olduğu dönemden kaldıkları tesbit edilmiştir. Ortaya çıkan bu tabletlerden 13 tânesinde “TURUKKU” adlı bir kavimden bahsedilmektedir. Bu tabletlerin Türkçe tercümeleri Sadi Bayram tarafından yayınlanmıştır.
Sümer, Elam, Kalde, Guti, Urartu vb. toplulukların Asya menşeli olmaları hakikati yanında bir de karşımıza Türk adının değişik söylenişleri “Turki ve Turukku” isimleri çıkmaktadır.
Anadolu’nun diğer iki sâkinleri de Hurriler ile Urartular idi. MÖ 2000’lerde Van Gölü’nden Kızılırmak ve Yeşilırmak’ın Karadeniz’e döküldüğü yerlere kadar uzanan saha Hurriler’in hâkimiyetinde idi. Daha sonra MÖ 13. Yüzyıl civarında Van Gölü çevresinde Urartu hâkimiyeti görülecektir. Hurriler ile Urartular’ın dilinin Sami ve Hind Avrupa dilleriyle herhangi bir yakınlığı yoktur. Yapılan incelemelerden HURRİ ve Urartu dillerinin fonoloji, sentaks ve gramer bakımından Asya menşeli oldukları ispat edilmiştir”. (Her Yönüyle Kürt Dosyası sf. 52, 53).
Tarihin tanığı arkeoloji bilimin sunduğu bu açık ve kapsamlı deliller Anadolu’daki Türk varlığının MÖ 4000 yılına kadar uzandığını düşündürmektedir.
Daha da ilginç olan Kürtler’in ataları arasında gösterilmek istenen HURRİ ve URARTU’ların da karşılaştırılabilir özelliklerinin sâdece Türk bölgesiyle ilişkilendirilebilmesidir. İ. Zeki Eyuboğlu da Anadolu Uygarlığı isimli eserinde Hurri diline genişçe yer verir ve bu dilin “Türkçe’ye yaklaşan” özelliklerini vurgular. (s. 62).
Ayrıca, Sümerler ve Guti(Kut)ler’in ırkî ve dil özellikleri itibariyle tek “karşılaştırılabilir” unsurun Türkler olduğu artık kabûl edilmiştir.
Konuyla ilgili olarak Türk ve Batılı araştırmacıların bu gerçeği ifâde eden çok sayıda eseri mevcuttur.
Ancak, son derece objektif bir yaklaşımla konuyu inceleyen Prof. Dr. A. Halûk Çay’dan aşağıdaki alıntılar aydınlatıcıdır.
“Anadolu’daki ilk Türk varlığı ile ilgili olarak elimizdeki bilgiler Sümerler ve Kut (Guti) kavimlerine âittir. Özellikle Sümerler ile Kutlar’ı (Gutiler) kendilerine mâl etmek isteyen Kürtçü ideolojik yaklaşımlar bizi öncelikle Sümer ve Kut mes’elesinin hâlline zorlamaktadır.
Bizim Sümerler’i veya Kutlar’ı Türk tarihine mâl etmek gibi bir endişemiz ve düşüncemiz olmadığını öncelikle belirtmemiz gerekiyor. Çünkü Türk tarihinin bu türden zorlamalara ihtiyacı yoktur.
M.Ö. 5000 bölgede Türk varlığı ve Sümerler:
Her şeyden önce Ön Asya’nın Sümer, Elam ve Hurri gibi medenî kavimlerinin belli bir etnik gurubu temsil etmediğini vurgulamak gerekiyor. Ön Asya’nın bu toplulukları, aynı çağda ortaya çıkan Hindistan’daki, MÖ 2000’li yıllarda Uzakdoğu’da görülen büyük devletler ve medeniyetler kuran kavimler gibi, biri diğeri üzerine gelerek karışmış, tesalüp etmiş konglomeralardan ibâret oldukları düşüncesi kanaâtimizce yerindedir. Antropolojik buluntular, Sümer ve Kut dilinden kalan örnekler Sümer, Kut, Elam, Hurri gibi adlarla anılan bu toplulukların bünyesine brakisefal Ural-Altay kavimlerinin bilhassa atlı-göçebe Türk unsurların karışmış olduğunu göstermektedir. Eski Ön Asya Tarihi uzmanlarından Fr. Hommel, Sümerler’i tamamıyla bir Türk kavmi olarak kabûl etmekte, Orta Asya’dan M.Ö. 5000′lerde kopan Türk gruplarının Ön Asya’ya geldiklerini ve Sümerler’i teşkil ettiklerini ileri sürmektedir. Sümer dilinden 350 kelimeyi Türkçe ile açıklayan Fr. Hommel’in bu iddialı tezine karşı V. Christian ile Benno Landsberger daha ihtiyatlı davranmakta, Sümerce’de Türkçe ile birlikte diğer Ural-Altay kavimlerinin de dil hâtıraları olduğunu kabûl etmektedirler.
B. Landsberger, Sümer dilinin özelliğini karşılaştırmalı olarak incelemiştir. Bilindiği gibi Sami dilleri kursif şekildedir… Hâlbuki Türkçe bununla taban tabana zıt bir karakterde olup kompleks bir yapıdadır. Landsberger bu karşılaştırmayı yaptıktan sonra Sümer dilinin, yalnız fenomenolojik bakımından değil, aynı zamanda tarihî bakımdan bütün Asya boyunca uzayan dağlık havâlide konuşulan geniş bir dil gurubuna dâhil olup, bu grubun bugün de varlığını sürdüren Türk dilleri olduğunu kabûl etmektedir.
Sümer dilini sonradan kabul eden Akadlar bu dilin Ön Asya’nın diğer kavimleri arasında yayılmasında önemli rol oynamışlardır.
Sümerler’le Türkler arasındaki münasebeti dil açısından araştıran bir diğer bilim adamı da Osman Nedim Tuna’dır. O. N. Tuna diller arasındaki münasebetin tespitinde birtakım kriterler tesbit etmiştir. Ona göre: “Birbiriyle hiç ilgisi olmayan dünya dillerinde, tesadüfî kelime uygunlukları bir mucize kabilindedir. Örnekleri bir elin beş parmağını geçmez… Diğer yandan iki dil arasında, tarihî bir münasebeti ispatlamaya yetecek en az sayıdaki benzer çiftin kaç olması hususunda belirtilen sayı oldukça düşüktür. Benzerlik sınırlarını tâyin eden şartların gevşeklik veya sıkılığı yalnız ikiden yediye kadar çift tarihi bir münasebeti ispatlamaya kâfidir. O.Nedim Tuna, Sümerce’de 165 Türkçe kelime tespit etmiş, bunların “tesadüfî benzerlikle” açıklanamayacağını, bunun matematik bakımından da mümkün olmadığım, ayrıca tespit edilen bu kelimelerin büyük çoğunlukla “benzerlik” ve “uygunluk” sözlerinden de öte gerçek anlamda Türkçe olduğunu ortaya koymuştur…
Yapılan tesbitlere göre prehistorik dönemde Kutlar’ın Hazar denizinin güneydoğusu ile Amuderya/Ceyhan (Oxus) nehri arasındaki bölgede yani Batı Türkistan’da oturdukları anlaşılmaktadır. MÖ 2500-2400 yıllarında Kutlar batıya yönelerek Zağros dağlık bölgesinin kuzeydoğusuna yerleşmişlerdir.
Eski Akad (MÖ 2340-2159) zamanında başlayarak, Kutlar’dan kalan az sayıdaki belgede ve onlarla çağdaş olanlarda, eski Babil (MÖ 1894-1600) çağının geç zamanlarına kadar her devirden yazılı kaynaklarda geçen kişi yer ve nesne adları toplanmıştır. Bu mâlzemenin değerlendirilmesi sonrasında B. Landsberger, “tarihte Türklerle en yakın münasebettar olan, hâttâ belki de Türkler’le ayniyet gösteren kabile Kutlar/Gutiler’dir demektedir”. (age, S. 47, 48, 49, 51).
Sümer ve Guti (Kut) topluluklarının Türk menşeli olmaları Messoud Fany tarafından da benimsenmiştir.
Yukarıdaki alıntılarda verilen bilgiye, Fırat kıyısında Mari bölgesinde bulunan tabletlerin Sümer nüfusunun bölgede etkin oldukları döneme ait olduklarım ve bu tabletlerin 13’ünde TURUKKU isimli bir kavimin anıldığını da eklemek gerekir. Dolayısıyla, bu tabletler de Sümerler’in Türklüğü’nü düşündürebilecek tarihî belgelerdir.
Hurri ve Urartu dillerinin fonoloji, sentaks ve gramer bakımından Asya kökenli oldukları kanıtlanmıştır. Bâzı araştırmacılar daha da ileri giderek Hurri (MÖ 3000) dilinin “Türkçe’ye yaklaşan” özelliklere sâhip olduğunu kabûl etmektedirler. (İsmet Zeki Eyuboğlu, Anadolu Uygarlığı s. 62).
Türklüğün Anadolu’da MÖ 17. Asır’da mevcudiyetine işaret eden bir başka veri de Hollanda’da yayınlanmış olan İslâm Ansiklopedisi’nde geçmektedir. Adı geçen eserin 4’ncü cildinin 839. sayfasında “Hititlerin bakiyesi (kalıntısı) sayılan Kite uruğu içerisinde ACARAY TÜRKLERİ’NİN (bkz. Aristov, Jivaya starina, Petesburg 1896, 111-IV, 383) yaşamakta” (olduğu) bildirilmektedir.
Mezopotamya’da Babil, Mısır’da Tel el-Amama ve Hattuşaş’ta bulunan çivi yazılı tabletlerde, Akad kralı Naram-Sin’ e karşı güçlerini birleştiren 17 ANADOLU kralı arasında adı geçen TURKİ ve Fırat kıyısındaki Mari (Telle-Hariri) tabletlerinin 13’ünde anılan TÜRUKKU kavimler, HURRİLER, ACARAYLAR Anadolu’daki Milât öncesi (2000-4000) Türk yerleşiminin önemli verileri olarak değerlendirilmektedir.
Saka-İskitler:
Türklüğün Anadolu’daki yerleşim derinliğinin değerlendirilmesinde önemli bir unsur da İskit/SAKALAR’dır.
M.Ö. 7. YY’da Kafkasya, Hazar üzerinden inerek Doğu Anadolu’yu ele geçirip Medler’i 28 yıl egemenliklerine alan Sakalar (İskit) konusunda Yrd. Doç. İlhami Durmuşdoktora tezinde şu bilgileri vermektedir.
Yaklaşık olarak MÖ 5. Yüzyıl’da tarih sahnesine çıkan ve bu tarihten MS 2. Yüzyıl’a kadar hâkimiyetlerini devam ettiren İskitler, doğuda Çin Seddi’nden Batı’da Tuna Nehri’ne kadar uzanan geniş bir sahada varlıklarını biraz önce verilen rakamlardan da anlaşılacağı üzere, yaklaşık olarak 1000 yıl gibi uzunca bir zaman korumuşlardır. Onlar bu coğrafyada Atlı Kavimler Medeniyeti’ni oluşturan kavimlerin ana gurubunu meydana getirmiştir. Oldukça geniş coğrafyaya yayılmış olan İskitler değişik kavimler tarafından tanınarak onların kaynaklarına geçmişlerdir.” (İskitler, s.99)
“İskitler’in tarihi, dili, dini, gelenek ve görenekleri, san’atları hakkında yazılı kaynaklar ve arkeolojik mâlzemelerden bilgi sâhibi olabiliyoruz. Çok geniş bir sahaya yayılmış olan İskitler’in çeşitli kavimlerle münasebetleri ve onlarla mücadelelerini Pers, Asur ve Grek kaynaklarından öğreniyoruz. Antik kaynaklardan dilleri, dinleri, gelenek ve görenekleri hakkında bilgi sâhibi oluyoruz. San’atları hakkında ise arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkarılan çok sayıda sanat eseri bize ışık tutuyor…
Eskiden bu yana en kuvvetli nazariye olan Ural-Altay ırkı nazariyesi ve bunlar içerisinde de İskitler’in Türkülüğü fikri gitgide daha fazla taraftar bulmuş ve bilim adamları çeşitli yönleriyle mes’eleyi değerlendirmiştir.
Biz de İskit tarih ve kültürü üzerine yazılı kaynaklan inceleyerek ve arkeolojik mâlzemeyi de değerlendirerek yaptığımız bu çalışmamızda, ilk yurtlarının Türk coğrafyası olduğunu belirterek, adlarının Türklük’le olan bağlantısını ortaya koyduk. Gerek Sus ve çevresinden toplanılan çivi yazılı metinler ve gerekse antik kaynaklardaki bâzı adlardan İskitler’in diliyle Türk dili arasında bağlantı kurarak. Elde edilen kelimeleri Türkçe ile irtibatlandırabiliyoruz. Saka tigrakhauda’ya âit olduğu kabûl edilen Esik kurganından çıkarılmış olan yazı ve onun dili de bizi Türkçe ve Türk yazısına götürmektedir. Bu kurgandan çıkartılmış olan yazının daha sonraki Türkler’in, özellikle Göktürklerin kullandığı Orhun yazısının prototipi olduğu kabûl edilmektedir.
İskitler’in dinlerinin, dillerinin, san’atlarının, gelenek ve göreneklerinin eski Türklerinki ile bağlantıları ve bu kadar çok yönlü benzerliklerin olması, İskitler’in büyük çoğunluğunun özellikle hâkim tabakanın Türk olduğu kanaâtini doğurmaktadır. Çünkü bu derece çok benzerlik ve hâttâ ayniyet bizi bu düşünceye sevk etmektedir. Fakat zaman içerisinde batı kolu olarak kabul ettiğimiz grup, diğer etnik gruplar içerisinde eriyerek kaybolmuştur. Asıl ana kitleyi oluşturan Saka tigrakhauda ve doğu kolu olan Saka haumavarga daha sonraki devirlerde de varlıklarını sürdürerek, Orta Asya’da kurulan Türk devletlerinin ve günümüz Orta Asya Türklüğü’nün oluşumunda temel teşkil etmiştir. Günümüzde kendini hâlâ Saka olarak belirten Türk topluluklarının varlığı da bunu açık bir şekilde göstermektedir. (İskitler s. 100, 102).
Büyük Zap’ın Dicle’ye karıştığı bölgeye yakın yerlerde Siirt, Muş dolayları dâhil Güneydoğu’da görülen Kardular’ın Pers yenilgisinden sonra bölgeye yerleşen Sakalar oldukları düşünülür.
Tipik Türkler
Ayrıca bugün Yakut Türkleri kendilerini SAKA olarak tanımlamaktadırlar. Azerbaycan İran edebiyatındaki Efreysab efsânesindeki SAKA kahramanının ALP ER TUNGA (Oğuz) olduğu da belirlenmiştir. Bizanslı yazarlardan ATTALIATE de “İskitler’le (Sakalar) Türkler aynı ırktandır” demektedir.
Bugün Anadolu’nun pek çok yerleşim biriminin adı SAKA ve KARDU kelimeleriyle ifâde edilmektedir. Kardu(k) Orta Asya’da Doğu Türkistan’da bir Türk kavminin de adıdır. Tiyenşan’ın güneyinde Kardu(k) isimli bir Türk köyü de mevcuttur.
Bugün Anadolu’nun pek çok yöresinde SAKA ve KARDU kelimeleri yerleşim birimlerinin adlarıdır.
Siirt’in Beytuşebap ilçesine bağlı bir köyün, Kütahya ve Zonguldak’ın il merkezlerine bağlı iki köyün isimleri SAKA’dır. Van’a bağlı bir köy SAR, Artvin’de bir köy SAKALAR, Çankırı’da bir köy SARA-ELİ, Artvin’de bir köy SAKAPOR (por eski Türkçe’de dere) ismini taşır.
Adıyaman, Afyon, Mardin de KARDI isimli köyler mevcuttur. Diyarbakır’ın Çermik ilçesine bağlı bir köyün adı KARDU, Trabzon Akçaabat’ta bir köyün adı GARDI MERA’dır. Diyarbakır Kulp, Erzurum İspir, Sivas Suşehri’nde HORTIK isimli birer köy mevcuttur. Urfa’nın Yaylak ilçesinde iki köy KURTUR ÖZYA ve KURTUK SÜFLA isimlerini taşır. Trabzon, Akçaabat’ın tarihî kökenli âilelerinden biri Sakaoğulları’dır.
Bütün bu veriler Sakalar’ın ve onların bir kolu olduğu düşünülen Kardular’ın MÖ 7. YY’dan başlayarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu yurt tuttuklarını göstermekte ve Sakalar’ın Türklüğü tezini pekiştirmektedir.
Hunlar ve Selçuklular öncesi Anadolu’da Türk varlığı:
Türkler’in Anadolu’ya “açık” kimlikleriyle girişleri ise 1071 Malazgirt Savaşı’ndan yaklaşık 700 yıl öncedir.
Tarihî belgelerle ve yazıtlarla kanıtlandığı üzere Anadolu’ya ilk giren Türk devleti Hunlar’dır. Suriye Irak sınırına yakın bir yerde bulunan DURA-EUROPOS yazıtı Hunlar’ın III. YY ortalarında başlarında Kapgan, Topçak, Tarkan Bey, Kubrat ve Kurtak gibi komutanlarla Doğu Anadolu’ya indiklerini ispatlamaktadır. Hunlar’ın İkinci Anadolu Seferi ise 395’te gerçekleşmiştir. Azerbaycan üzerinden Doğu Anadolu’ya giren Hunlar Erzurum, Malatya üzerinden Çukurova’ya inmişler ve buradan Antakya, Urfa, Sur’u kuşatarak Kudüs yakınlarına kadar varmışlar, aynı yıl aynı yolla geri dönmüşlerdir. Komutanlarının isimleri ise Bask ve Kursık’dır. 398 yılında Hunlar aynı bölgeye bir defa daha girip çıkmışlardır. 451 yılında Azerbaycan’da Mugan’ın güneyine yerleşerek burada Balasagan isimli bir şehir kuran Akhunlar Kuzey Doğu Anadolu’ya sürekli girip çıkmışlardır. Arap kaynaklan bu Akhunlar’ı “Ekrad-ı Bilasagun” olarak tanımlamışlardır. Ekrad kelimesini iki anlamdan biri “Kürtler” diğeri “konargöçerlerdir”. Kelimenin ikinci anlamını bilmeyen bâzı araştırmacılar Akhunlar’ı Kürt olarak tanımlamışlardır.

§ Yazar: Kerem Doksat